Aşırı Doz Tanrı Tedavisi (Bölüm 1)


Bugün işten kovuldum. İstifa etmiş de olabilirim. Tam emin değilim. Hiçbir zaman emin biri olamadım zaten. İnsan kaynaklarından Sema Hanım da bana pek güvenmezdi. Çok emin biri olmadığım için herhalde.

Eve geldiğimde cüzdanımdan küçük bir kimlik kartı çıkardım. Elektronik çipli, ruhsuz bir karttı. Her gün sabah 08.30'da bir metal yığınına temas eder ve bana, şuan kıçımın altında beni içine alan koltuk takımını satın alabilmem için vaktimi para karşılığında sattığım o mezbahaya giriş yapmama olanak sağlardı. Ancak bugün kovuldum ya da istifa ettim. Her şey bitti.

Aslında her şey şöyle başladı...

Yaklaşık bir yıldır uykusuzluk sorunu çekiyordum. Zeki insanların daha geç uyuduğunu anlatan, metabolizmamı yerle bir eden, kilo almama, çirkinleşmeme hatta belki de yalnızlaşmama sebep olan, uzayan geceleri güzelleyen makalelerle sabahı buluyordum. Sonra derin uyku madenlerine giriyor, birkaç saatlik bir sabit nefes alışverişi seansını gözlerim kapalı halde yapıyor ve kalkıp işe gidiyordum.

Yanı mezbahaya.

Önce çipli kimlik kartımı o metal yığınına yani turnikeye okutuyor, ardından asansöre doğru tam on yedi adım atıyordum. Asansör düğmesine basıyor, insan kaynaklarından Sema Hanım'a, muhasebe biriminden Cenk Bey'e ve son olarak yüzünü -eğer lütfederse- kırk yılda bir gördüğüm patronuma selam çakıyordum. Bu asansör tam kırk beş saniye içerisinde beni plazanın en tepesine çıkarıyordu.

Bugün 08.39'da kendimi o plazanın en üst katından aşağı attım.

İstifa ettiğimden ya da kovulduğumdan bahsederken aslında yalan söyledim. Hatta ikisi arasında gidip gelirken, hangisinin başıma geldiği konusunda emin değilmiş gibi davranırken de çok yapmacık bir rol oynuyordum. Hatta siz insan kaynaklarından Sema Hanım'dan bahsettiğimi görünce, onunla aramda bir şey olur falan sandınız.

Yok öyle bir şey.

Yani var aslında.

Elbet şimdi bu ülkenin herhangi bir şirketinde, insan kaynakları biriminde Sema Hanım diye biri vardır.

Demek istediğim; bu hikayede yok.

Hatta bu hikayede yaşayan herhangi biri de yok. Öldüğümü söylemiş miydim? Yani kendimi plazanın en üst katından attığımı? O da yalan. Plaza yok, ben yokum. Yaşamıyorum.

Bu ölü bir adamın hikayesi.

Çünkü tüm köleler, köle olduğunu düşünenler, bunun farkına varmış olanlar ama bu durumdan kurtulmak için hiçbir girişimde bulunma cesaretine sahip olmayanlar, işinden kovulduğunda ölür.

Ben ölü bir adamım. Çünkü kovuldum.

Eve geldiğimde henüz taksidi bitmemiş bej rengi koltuk takımımda, henüz taksidi bitmemiş bir kadın yatıyordu. Kredi kartı geçiyordu ve ben de taksit yaptırdım. Hayatımda hiçbir şeyi tek seferde ödeyemem, ödeyemedim.

Kadın uyuyor gibiydi ama nefes almıyordu. Belki çok derin uyuyordu. Belki ben sığ düşünüyordum.
Onu orada bırakıp mutfağa gittim. Köpüklü bir omlet yaptım, geri döndüm.

Kadın hala uyuyordu, kalkıp yerine yatmasını söylemek için parmağımla dokunduğumda koltuktan aşağı sarkan kolunda morluklar vardı. Kalkıp yatması gereken yer iki sokak aşağıdaki mahalle mezarlığıymış meğer.

Omleti döküp bir helva yapmaya koyuldum. Güneş gözlüğümü takıp sıcak helvayı karşı koltukta üç kaşıkta bitirdim. Kadını sırtladım odama taşıdım. Biraz kilo almış gibiydi. Tekrar salona getirdim. Yatak odamın gotik atmosferine uyum sağlamıyordu.Her geçen dakika daha çok kilo alıyordu. Bu seferde salonun açık temalı havasına uymuyor, gotik bir hava sergiliyordu. Belki tekrar takside girip daha da açık renkli mobilyalar almalıydım. Emin değilim. Hiç emin biri olamadım zaten. Bu kadın da bana güvenmiyordu belli ki.

Biraz uyumak için yatak odama döndüm. Kadını orada bıraktım. Hastaydım, iğne vurunmak için tekrar salona yöneldiğimde bütün iğnelerin bittiğini gördüm. Belli ki kadın benden daha hastaydı. Bütün iğneleri vurmuş koluna. Sere serpe yatıyor. İlacın bile fazlası zarar. Kadın ölmüş. Aşırı doz tedaviden...

Ben hala hastayım. Kusmak üzereyim. Yorgunum ve işimden kovuldum, dün gece üç adam tarafından dövüldüm. Bir plazanın en üst katından kendimi attım. Yarın sabah annem ölecek. O tedavi görmüyor. Tedavisi çok pahalı. Tedavisi Tanrı onun.

Benim tedavim anneminkiyle bir değil. Dışarı çıktım. Nalbura uğradım. Bir kürek, bir kazma aldım. Bir galon benzin ve önünden geçtiğim tütün mağazasında gördüğüm parlak bir çakmağı da sepete ekledim. Siparişi onayla tuşuna bastım. Elim cebime gitti. Yıkanmış birkaç parça peçete ve son param. Alışveriş tamamlandı. Eve geri döndüm.

Arka bahçeyi kazmaya başladım. Yorucu bir işti. Çukuru bir insan boyunda, üç insan genişliğinde kazdım. Kadın çok şişmandı. Bu benim hatam değil ama kadını da yargılamıyorum tabi. Balon gibi şişiyor. Böyle durumlarda cesedin karnına bir bıçak konurdu sanırım. Aklım henüz ermeye başlamışken katıldığım bir cenazede öğrenmiştim bu bilgiyi. Dedemin cenazesinde.
Neyse konumuz bu değil. Kadını getirdim salondan. Çukura attım. Üstünü kapadım. Toprak yığınının üstünde biraz tepindim. Çok eğleniyordum ama kısa sürdü. Karşı komşu çok şüpheli bakıyordu.

Eve geri döndüm helva soğumuş ve daha lezzetli olmuştu. Karşı komşum Nihal Hanım'a bir tabak götürmek istedim. Evine girdim. Merdivenleri tırmandım. Kapısını çaldım. Açmadı. Geri dönmek üzereydim ki zincirli kilidin sesini duydum. Kısık gözlerini kapının on santimetrelik zincir aralığından üstüme dikmiş, ne istiyorsun? diye soruyordu.

Helva ikram etmek! dedim. Kapıyı açtı. İçeri geçtik Kivi yeşili renginde zebra çizgili koltuk takımlarına oturduk. İşimden kovulduğumu söyledim. Pek oralı olmadı. İştahla helvayı yiyordu.
Biraz daha hızlı yeseydi boğazına takılacaktı ve belki de karşımda ölmesini izleyecektim.

İstemsiz bir şekilde biraz daha hızlı ye, biraz daha hızlı ye diye geçiriyordum içimden. Neyse ki tabağın sonuna doğru kaşığını daha hızlı kullanmaya, ağzını daha çok açmaya başladı. Ağzını daha çok açtıkça, boğazındaki o küçük delik daha uzun ama dar bir açı alıyor ve oradan geçecek herhangi bir cisme karşı daha konforsuz bir hal alıyordu.

Helvanın içine koyduğum azami miktardaki bir ceviz, dileğimi yerine getirdi. Nihal Hanım öksürmeye başladı. Boğazını tutuyor, değişik sesler çıkartıyordu. Dikkat çekmeye çalıştığını düşündüm. Hiç oralı olmadım. İşimden kovulduğumu söylediğimde o da böyle yapmıştı hiç oralı olmamıştı. Yaşlılar hep böyledir.

Bir ara sanki "iki hafta önce kovulduğunu değil istifa ettiğini söylemiştin ve duyduğuma göre kız kardeşin ölmüş başın sağ olsun" dedi. Ancak pek dinlemedim. Yani oralı olmadım.

Nihal hanım öksürmeye devam ederken sesi birden kesildi. Yüzüne renk geldi. İnanır mısınız o an kivi yeşiliyle mor renginin nasıl güzel bir uyum içinde olduğunu fark ettim. Kivi yeşili halım vardı benim de. Onun yanına mor bir koltuk takımı almalıydım. Evet karar verdim. Mor koltuk takımı alacağım. Hem taksidi bitmemiş kadının mor kollarına da uyum sağlar. Ama onu bahçeye gömdüm. Artık salonumda değil. O zaman tekrar çıkartır, salona koyarım. Hatta belki içini doldurur duvara asarım. O zaman dudakları falan da morarmış olur. Bingo!

Tüm bunları düşünürken Nihal Hanım'ın iyice sessizleşmesi, kafamın içinin gürültülü hale gelmesiyle fark ettim ki Nihal Hanım uyuya kalmış. Ne yazık! Yaşlı insanlar hep böyle ulu orta uyuya kalıyor. Üstünü mor bir pike ile örtüp evden çıktım.

Eve geri döndüm. Karnım acıkmıştı. Biraz daha helva yiyip uyumaya gittim.

Yarın zor bir gün olacaktı. Gidip mor bir koltuk takımı bakacaktım.

















Yorumlar