Östrojen hormonunun nispeten yüksek olduğu bir
bara girdik ve hemen birer bira ısmarladık. Bu sırada yine kalacak bir yerimiz
yoktu ve saat çoktan gece yarısına yaklaşmaktaydı. Bazı masalarda biraların
ardı arkası kesilmiyordu. Biz ise ufak yudumlarla üstüne oturduğumuz sıcak
taburelerin keyfini çıkarıyorduk.
Yine
internet üzerinden bir grup gezginin kalacak yer arayışında olduğu ve dün gece
bize evini açan standart adamın da içinde bulunduğu sayfaya bir mesaj atmak üzereydim ki; evini açmaya peşinen gönüllü bir gezgin dostu ile karşılaştım.
Tren istasyonunda çalışıyordu. Küçük bir konteynerda sabaha kadar çalışan
ardından evine gidip akşama kadar uyuyan klasik tiplemelerden biriydi. Birkaç
bira daha içme fikrini ve kürklerinin arasında keşfedilmeyi bekleyen beyaz
tenli östrojen bombalarını rakiplerimizin kucağına bırakıp tren istasyonuna
gitmek zorunda kaldık. Hayatımızın genel akışına ters bir karardı. Çoğu zaman
dünyevi zevklerimiz, vücut sıcaklığımızın umurumuzda olmayışına neden olurdu ve
bazen kazançlı bazense hastalıklı çıkardık bu ikilemden. Ancak şimdi o tren
istasyonuna gitmek zorundaydık.
John iç
çamaşırına kadar ıslak durumdaydı. Tüm kararı ona bırakmıştım...
Bardan
ayrıldık caddeye çıktık. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Otobüs ya da
dolmuş yoktu. Son hızla geçip giden lüks araçların arasında kaldırım kenarından
otostop çekmeye başladık.
Polis durdu.
Ne olduğunu sordu. Bir vukuat var zannetmişti belli ki.
"Bizi
şehir merkezine bırakır mısınız? Oradan tren istasyonuna geçmemiz
gerekiyor" dedim.
Hiç
olmadığım kadar kibardım polislere karşı. Çünkü çıkar ilişkisi ve kazan - kazan
ikileminin kölesiydim.
Polis
alamayacağını söyledi. Hiç şaşırmadım. Birkaç saniyeliğine takındığım kibar
tavrıma üzülmekle kaldım sadece.
Ardından
başka bir lüks araç beş metre önümüzde durdu. Pek evhamlı genç bir adamdı.
Onlarca soru sordu. Şehir merkezine değil gideceğimiz yere kadar bıraktı. Bu
sefer hem standart adamdan hem de parkta kızını pazarlayan geçkin fahişe
karıdan daha iyi bir tecrübeydi bence. Teşekkürler evhamlı genç adam diyordum
sürekli.
İçimden
konuşuyordum tabiiki.
Gezgin
dostu adam bizi tren istasyonunun girişinde karşıladı. Trenler ve gemiler hayranı
olduğum dev metal yığınlarıydı. Güzel bir tesadüf olmuştu. Trenlerle ilgili
merakımdan birkaç gereksiz soru sorduktan sonra yatacağımız yeri gösterdi adam.
Ayaklı ısıtıcının karşısına çamaşırlarımızı serip birkaç saatlik bir uykuya
daldık. Şafak vakti uyandığımızda istasyonun sabah mesaisi yapacak işçileri
geldi. Birkaç mesleki konuşma ve ardından gezgin dostu adam bizi evine davet
etti. Kendisi hiç uyumamıştı. Gidip yatacağını, bizim de uyuyabileceğimizi
söyledi. Hemen kabul ettik. Bir dolmuşa atladık ve eve geldik. Öğleden
sonrasına kadar uyuduk. Yollardayken İmkan verilse bu kadar tembel olacağımız
aklımıza bile gelmezdi. Çünkü normalde imkan veriliyordu ve biz de tembeldik.
Adam uyandı
ve kahvaltı için bir şeyler almaya gitti. Bu sırada balkonda birkaç sigara
sardım ve içtik. Ardından kahvaltıya oturduk. Evin kedisi sürekli John'un
ekmeğine musallat oluyor ve yüzsüzce saldırmaya devam ediyordu. John kediyi bir
şekilde bana gönderdi. Şimdi sıra bendeydi ancak benim onları çok sevmeme
rağmen kediler nedense benden hiç hoşlanmazdı. Kaderin böylesi; şimdiye kadarki
kız arkadaşlarımın hep bir kedisi vardı ve o kızları hep üzmüştüm. Ya aldatarak
ya da terk ederek. Ancak en son kedi sever bir kız tarafından terk edilmiştim.
Kedisi kocaman gri bir kediydi ve çok sevimliydi. Kız sürekli kedisinin benden
hoşlanmadığını, görmek bile istemeyeceğini söylüyordu. O kız tarafından
terk edildikten sonra kedisinin laneti üzerime bulaşmış olacak ki bu evin kedisi
ekmeğime bile bakmadan hemen yanımdan uzaklaştı. Canım bu duruma çok sıkıldı
ama hiç belli etmedim. Tavada duran yumurtaya gömülmeye devam ettim.
Kahvaltı
bittiğinde dağların arasına inmekte olan güneşi kaçırmamak adına tekrar
çantalarımızı sırtlanıp dışarı çıktık. Yine sahile doğru koştuk. Banklarda
oturup kızıl güneşi izlerken sigara içiyor ve yol üzerine konuşuyorduk.
Sahilde çok
güzel bir gün batımı manzarası vardı. Çiftler el ele güzel havanın tadını
çıkarıyor. Çocuklar koşuyor, eğleniyor ve çimlerde yuvarlanıyordu. Benim içimde
ise garip bir duygu vardı. Yoldayken hayatımla ilgili diğer hiçbir şeyi
düşünemediğimi fark ettim. Yoldayken ne ailemi ne arkadaşlarımı ne eski kız
arkadaşlarımı ne de geçip giden andan geriye dönüp bakmamı sağlayacak geçmiş
hüznünü hissedebiliyordum. Geleceği soracak olursanız; zaten onu çoktan boş vermiştim.
Yaşanılan anı hissetmeye çalışıyor ve bu anın içinde karşıma çıkacak
beklenmedik şeylerin hayalini kurmaya çalışıyordum. Başaramıyordum. Son
günlerde geçmişe takılıp kalmış meczup bir adamdım. İçiyor, içiyor ve sadece
düşünüyordum. Kaliteli bir uyku, kaliteli bir yaşam planı ya da serserilikten
öte başka bir şey bulunmuyordu hayatımda.
İçimde bir
korku vardı. Karnımın biraz üstündeki göğüs kafesimde katran ve kirden başka
bir şey hissedemiyordum. İçime doğacak herhangi bir umudun kırıntısını
hissettiğim an onu anında öldürüyordum. Sonra kanlı ellerime bakarak gökyüzüne
doğru haykırıyordum. Öldürecek başka bir şey bulamıyordum. Çünkü içimde
hüzünden, pişmanlıklardan, bir gece yarısı terk edilmiş yataklardan, sönmüş
ışıklardan, ıslak tütünlerden, karanlık sokaklardan, kanalizasyon sistemine
zehir sızmış şehirlerden, kendimi yanında ufacık bir böcek gibi hissettiğim binalardan
başka bir şey bulunmuyordu.
Tüm bunları
düşünürken hava artık iyice kararmıştı. Sahilde güzel bir müzik bize eşlik ediyor
ve ruhumuzu dinlendiriyordu. Tabii başarabilirse…
John’a
tekrar bara dönüp bir şeyler içmeyi teklif ettim. Kapısında izbandut gibi bir
herifin durduğu bara girdik. Kızlar deli gibi dans ediyor, takım elbiseli ve
kulaklıklı garsonlar ellerinde biralar, patates tabakları ve çerezleri top gibi
sektirerek taşıyor ve kızlara hizmet ediyordu.
En arkaya
oturtulduk. Kızlardan, eğlencenin merkezinden uzak olmamız isteniyordu belli
ki.
İki bira
söyledik. Yanında sadece kül tablası.
Mahvolmuştuk, moralimiz bozulmuştu. Ne kalkıp gitmeye ne de
biramızı içmeye hevesimiz vardı.
İşte bu kadar; biz bir arabanın arkasından tüm
heyecanıyla koşan aptal köpekler gibiydik. Araba durunca ne yapacağımızı
bilemezdik.
İnsanın
hayata tutunma amaçlarından biri de tüm benliğini, başarılarını,
başarısızlıklarını, hayatındaki güzellikleri, kötülükleri bağlayabileceği,
ondan geldiğine inanmak istediği bir üstün güç aramaktır. Eğer hayatınızda tüm
bunların sebebini bağlayabileceğiniz bir üstün varlıktan yoksun iseniz ödül ve
ceza sisteminden de yoksun haldesiniz demektir. Ve bu insanı içten içe çürütür,
teknenin içini kemiren bir fare gibi sizi kemirmeye başlar. Sizden geriye
yalnız salt boşluk ve amaçsızlık kalana dek sizi yer bitirir. Kendinizi
adayabileceğiniz yüce bir varlık bulamazsanız, kendinizi de bulamazsınız.
Misyonerler de aynı şeyi söylüyor aslında. Ancak benim onlardan tek farkım: bu
yüce varlıktan yoksun olmam ve onu aramıyor olmam. Çünkü o yüce varlık yok.
Hatta hiç var olmadı, hiç var olmayacak. Bunu bildiğiniz, bundan emin olduğunuz
an sizin için hayatta kendinizi adayabileceğiniz manevi bir değer kalmamış
demektir. Maddi varlıklara yönelir ve kendinizi onlarla tatmin etmek, onlara
bağlanmak ve onlardan karşılık beklemek zorunda kalırsınız. İşte benim hikayem
de böyleydi. Mahvoluşumuzun sebebi de
bendim. Elimde kendimi suçlamaktan başka can acıtıcı bir şey yoktu çünkü. Canımın
acımasını seviyordum. Sevdirmişlerdi…
Şimdi John
ve ben biralarımızı bitirmiş ve çoktan geceyi geçireceğimiz ibadethanenin
zemininde yatmak için bardan çıkmıştık.
Sabah
kalktığımızda geldiğimiz noktaya geri dönmek için tren raylarına doğru yola
düşecektik. Bu arayış ta burada bitmişti. İçimde kendi kendini yiyip bitiren bu
devasa boşluk, koca bir kara deliğe dönüşmüştü. Hep bir arayış içindeydim.
Maymun iştahlıydım. Şıpsevdiydim ve elime geçen her bir maddeyi sonsuz heves çöplüğümde
öğütüyordum çünkü elimde maddeden başka bir şey yoktu. Sahte de olsa maneviyata
sarılmış insanların sahip olduğu iç huzur bende yoktu. Hiç olmayacaktı.
İçimdeki bu boşluk hiç dolmayacaktı. Sadece insanların arada bir uğrayıp
çevresini genişlettiği kara bir kuyu olarak kalacaktı.
Küçücük
dünyamın çevresini dolaşan otobüsümün bir durağıydı içimdeki bu delik. Kimse
temelli gelip yerleşmiyor, zarar vermeden ayrılmıyor ve kenarlarından dolaşıp
gidiyordu. Kimse içine bakma ve onu yorumlama zahmetine girmiyordu.
Hiçbir
girintisi ya da çıkıntısı olmayan bir yapboz parçasıydım. İçimde bindir
parçaydım, her bir parçada ayrı bir renktim ancak dışardan dümdüz görünüyordum.
Dümdüz bir dörtgendim. Hiçbir parçayı kendine uyduramayan, hiçbir parçaya
uymayandım. Köşelerden uzaktım. Yakın olsam ona da yakışmazdım. John'un
üzerinde ise onu tamamlayacak çıkıntılı parçaları bekleyen onlarca girinti
vardı. Kendine köşelerde yer aramasaydı, belki tamamlayıcı parçasını, daha da
ötesi kendini bulabilirdi. Sonuç olarak kaybolmuştuk. Hiçbir kararımız ve
kimliğimiz bize ait değildi. Kimliksizdik , dışlanmıştık , birbirimizi hep
ayrıştırmıştık. Kendi kendimizi ararken yolun sonuna gelmiştik, yeni açtığımız
toprak yollar başka insanların ayakları ile patikalara dönüşmüştü ve hep son
adımı atan kişi bu patika benimdir! Diyordu. Bu çıkmaz, sonsuza kadar sürecek
gibiydi.
Ve ben tüm
bunları düşünürken bir otobüsün en arka koltuğunda oturuyorum. Zamanın içinden geçen dikdörtgen prizma bir tüpün en arka koltuğunda... Kıçımı yaydığım bu sert
koltukların üstünde Afrika iç savaşı bile kendi içimdeki savaştan daha önemsiz.
İçinde bulunduğum bu kapsül, içimde ilk insandan bu yana bulunan ruhuma
serpilmiş ilham tohumlarını öldürüyor.
Gözüme hoş gelen bir sokağın sonunda indim. Çevresinde hiçbir marketin bulunmadığı tekelleşmiş bir marketten ortalama fiyatının 12.5 lira üstünde fiyattan yarım galon bir viski aldım. Kısa ama çok da kısa olmayan bir zamandır tanıdığım bir arkadaşla karşılaştım. Viskiye ortak çıktı. Bu hem iyi hem kötü bir haber. Duruma göre değişebilir.
Belki bir yolun, iç buhranın başlangıcı ya da sonudur. Kim bilir? Benim bilmediğim kesin...
------------------------------------- S O N --------------------------------------
Yorumlar
Yorum Gönder