Araba kırmızı ışıkta durdu.
Jack sağ tarafta bir anahtar teslimine tanık
oluyordu.
"Şu genç çocuğa bir baksanıza. Okulundan yeni
mezun olmuş belli ki. Babası nasıl da gururlu ve şişirmiş boynunu. Annesi de
pek bir mutlu, kasvetli ve sıkıcı gelecekten belli ki çok umutlu. Oğlana yepyeni
bir araba almışlar. Babasının ve toplum kurallarının otoritesi altında
kaldığına ve asla sınırlarının dışına çıkmadığına, hatta o sınırlara arkasını vermişken dönüp bir kere bile bakmadığına dair bir ödül."
Joe derin nefes çekti içine ve vazgeçilmiş bir cümle
ile tekrar geri verdi nefesi. Araba yola devam etti. Paul şimdilik sessizce
oturuyor ve planlar kuruyordu kafasında.
Jack herkese birer sigara sardı ve kafalarının
üstünden geçip giden sert rüzgara üflediler dumanlarını. Araç izbe bir benzin istasyonunda
durup da adam inince onlar da peşine takıldı ve ısınmak için bir şişe şarap
aldılar. Yağmur tekrar başlayınca arabanın kasasının yarısına kadar çekilmiş
brandanın altına girip şişeyi döndüler. Kimi zaman aradaki camdan şoföre de
veriyorlardı ama adam arada bir paltosunun iç cebinden çıkarıp yudumladığı viskiyi tercih ediyordu.
Araç Boston'dan çıkıp Brookline'a vardığında tek tek
döküldüler yola. Ellerindeki yarım
şarabı şoföre minnet hediyesi olarak bırakıp arkalarını döndükten sonra araç
hızla ilerledi ve şehrin içine bile girmeden başka bir yola saptı. Ardından büyük
bir kırılma sesi.
Şoför şarabı yere atmıştı.
Umursamadan yollarına devam ettiler. Birkaç
bozukluğu bir araya getirip bir bara düştüler hemen. Tüm gece ucuz viski
içeceklerdi. Bara girdiklerinde henüz daha paçavra bir halde olmadıklarından
barmen güler yüzle içkilerini verdi ve yudumlamaya başladılar. Yoldan ve yolda
olmaktan bahsederken saatler geçiyordu.
"Belirsiz geleceğe, kafaya takmamaya,
serseriliğe, avareliğe ve evde oturan ölülere" diye bağırdı Joe.
Kadehler
tokuşturuldu.
Bardan çıkıp başka bir yere geçtiler. Gecenin içinde
üç hobo, sırtlarında Jack Kerouac'ten, William Burroughs'dan ve Jack London'dan
enstantanelerle ilerliyorlardı. Büyükçe bir parkta kafalarının altına aldıkları
battaniyeleriyle ve Brookline hayalleriyle uykuya daldılar.
Ertesi sabah
uyandıklarında başlarında dikilen iki polis memurunun, güneş altında parlayan
coplarına bakarken buldular kendilerini.
Ne olduğunu
bile anlamadan polis aracına bindiler ve sadece birkaç dakika içinde
karakola vardılar.
"Kamuya
açık alanda uyumak suçtur. Nefesleriniz bütün parkı viski kokutmuş resmen sizi
aptal herifler. Adam başı dört dolar ödedikten sonra serbestsiniz. O zamana kadar
burada kalacaksınız"
Bir gece daha bedava yatacak yer ve yemek buldukları
için sevinir oldular ve güle oynaya kodeste kaldılar. Ertesi gün Jack, barda
tanıştığı kızı arayıp başlarının belada olduğunu söyledi ve gelip kurtarmasını istedi.
Angelina, yanık tenli omuzları dalgalanır bir biçimde
koridorda yürürken adeta leylak kokuyordu ve Jack bir kurt gibi dikildi
parmaklıkların tam önünde. Kısa bir öpüşme, on iki dolarlık kısa bir alışveriş
ve Angelina ile birlikte dört avareye dönüşen bu grubun küçük bir şehir turu...
Ardından gece, şişelerin şıngırdayan seslerine ev sahipliği yapan kese
kağıtlarını taşıyan bu üç genç, kendilerini Angelina'nın evinde buldular. Geniş
odalar, az eşyalarla doldurulmuştu ve belli ki Jack-Joe-Paul gibi fazlaca
avareye ev sahipliği yapmıştı bu ev. Hiç biblo ya da tablo olmamasının sebebi
buydu belki de. Hobolar kaldıkları evlerden hatıra götürmeyi severlerdi. Bunu
Paul anlatmıştı. Salonun tam ortasına oturduktan sonraki bir saat kapı zili hiç
susmadı ve ev küçük bir parti evine dönüştü.
Sabaha kadar yüksek müzik, esrar ve alkol üçgeninde savrulan bedenlerle
birlikte bu üç Hobo, sanki dünyadan bağımsız bir tren istasyonunda gibiydiler.
Yol'un kutsallığını iliklerine kadar hissediyor ve çok eğleniyorlardı.
"Hey! Hey! Brooklyn canavarları, güzel
kadınlar, leylak kokanlar ve diğer mahlukatlar. şimdi beni dinleyin. Amerika
tüm dünyaya çok acı çektiriyor, sonra yara alıyor ve bunun bedelini çok daha
ağır ödetiyor. İnanır mısınız bu benim umrumda değil. Kaçtım ve geldim ben.
Kaçtım ve geldim. İşte buradayım. Yolları aştım ve geldim. Boston'dan yağmurdan,
sefillikten, an ve an ölmekten inanılmaz bezdim. Hatta dün gece rüyamda tüm
ülkeyi gezdim. Mısır tarlaları arasında on sekizlik bir ateş parçası ile ilk
biramı içtim ve sonra tüm dünyayı yangına verdim. Oradan çıkıp Kuzey Amerika'ya
gittim. Karın altında kalan bir kaç kuru odun bulmak için vadileri karış karış
yürüdüm. Yağmurun altında ateş yakmak için gözyaşlarımı kuruttum. Ama insan
bilemiyor yağmur altında ağlarken, gözünden dudaklarına süzülen ıslaklığın
hangisine ait olduğunu. Ben işte buradayım ve eğleniyorum. İnanır mısınız bundan
sonraki gün ve sonraki yıl ya da sonraki en yakın savaş umurumda bile değil. Ben
eğleniyorum ve kutsal olan bu. Meryem Ana ya da bir memur ciddiyetindeki
peygamberler, hiçbiri benden, senden, sizlerden ve yollardan kutsal değil. Ben
eğleniyorum!!"
Jack iyice saçmalamaya başlamıştı artık. Alkolün
karnından yükselen ateşini kafası taşıyamaz olduğunda böyle olurdu hep. Birçok
kişiliği vardı onun ve her kişiliğinin hortlakları. Ancak hortlakları alkolden
hiç hoşlanmaz ve yuvalarına kaçarlardı. Ertesi sabah onu daha fazla yormak ve
pişman etmek için plan yaparlardı. Alkol aldığında ikinci kişiliği tam bir
itirafçıya dönüşür ve onu mahçup ederdi. Açığa çıkan gerçek benliklerinden biri ise
olabildiğince duygusal ve aptaldı. Hep kaybederdi.
Şimdi masaya tırmanıp Jack'i aşağı, tam kalabalığın
kucağına iten Paul konuşmaya başladı.
"Neden varız bu dünyada? Kaç tane duyguyu
yaşamak ya da yaşatmak için kendimize ve başkalarına?"
"Kes sesini Paul. Ağlatacak mısın bizi?"
diye haykırdı Jack. Duygusal benliğinin derinliklerine inmiş ve orada
ciğerlerinden vurgun yemiş gibiydi.
Yorumlar
Yorum Gönder