Yol Buhranı (Bölüm 6) "Angelina"



Araba kırmızı ışıkta durdu.

Jack sağ tarafta bir anahtar teslimine tanık oluyordu.

"Şu genç çocuğa bir baksanıza. Okulundan yeni mezun olmuş belli ki. Babası nasıl da gururlu ve şişirmiş boynunu. Annesi de pek bir mutlu, kasvetli ve sıkıcı gelecekten belli ki çok umutlu. Oğlana yepyeni bir araba almışlar. Babasının ve toplum kurallarının otoritesi altında kaldığına ve asla sınırlarının dışına çıkmadığına, hatta o sınırlara arkasını vermişken dönüp bir kere bile bakmadığına dair bir ödül."

Joe derin nefes çekti içine ve vazgeçilmiş bir cümle ile tekrar geri verdi nefesi. Araba yola devam etti. Paul şimdilik sessizce oturuyor ve planlar kuruyordu kafasında.

Jack herkese birer sigara sardı ve kafalarının üstünden geçip giden sert rüzgara üflediler dumanlarını. Araç izbe bir benzin istasyonunda durup da adam inince onlar da peşine takıldı ve ısınmak için bir şişe şarap aldılar. Yağmur tekrar başlayınca arabanın kasasının yarısına kadar çekilmiş brandanın altına girip şişeyi döndüler. Kimi zaman aradaki camdan şoföre de veriyorlardı ama adam arada bir paltosunun iç cebinden çıkarıp yudumladığı viskiyi tercih ediyordu.

Araç Boston'dan çıkıp Brookline'a vardığında tek tek döküldüler yola. Ellerindeki yarım şarabı şoföre minnet hediyesi olarak bırakıp arkalarını döndükten sonra araç hızla ilerledi ve şehrin içine bile girmeden başka bir yola saptı. Ardından büyük bir kırılma sesi.

Şoför şarabı yere atmıştı.

Umursamadan yollarına devam ettiler. Birkaç bozukluğu bir araya getirip bir bara düştüler hemen. Tüm gece ucuz viski içeceklerdi. Bara girdiklerinde henüz daha paçavra bir halde olmadıklarından barmen güler yüzle içkilerini verdi ve yudumlamaya başladılar. Yoldan ve yolda olmaktan bahsederken saatler geçiyordu.

"Belirsiz geleceğe, kafaya takmamaya, serseriliğe, avareliğe ve evde oturan ölülere" diye bağırdı Joe.

Kadehler tokuşturuldu.

Bardan çıkıp başka bir yere geçtiler. Gecenin içinde üç hobo, sırtlarında Jack Kerouac'ten, William Burroughs'dan ve Jack London'dan enstantanelerle ilerliyorlardı. Büyükçe bir parkta kafalarının altına aldıkları battaniyeleriyle ve Brookline hayalleriyle uykuya daldılar.

 Ertesi sabah uyandıklarında başlarında dikilen iki polis memurunun, güneş altında parlayan coplarına bakarken buldular kendilerini.
 Ne olduğunu bile anlamadan polis aracına bindiler ve sadece birkaç dakika içinde karakola vardılar.

 "Kamuya açık alanda uyumak suçtur. Nefesleriniz bütün parkı viski kokutmuş resmen sizi aptal herifler. Adam başı dört dolar ödedikten sonra serbestsiniz. O zamana kadar burada kalacaksınız"

Bir gece daha bedava yatacak yer ve yemek buldukları için sevinir oldular ve güle oynaya kodeste kaldılar. Ertesi gün Jack, barda tanıştığı kızı arayıp başlarının belada olduğunu söyledi ve gelip kurtarmasını istedi.

Angelina, yanık tenli omuzları dalgalanır bir biçimde koridorda yürürken adeta leylak kokuyordu ve Jack bir kurt gibi dikildi parmaklıkların tam önünde. Kısa bir öpüşme, on iki dolarlık kısa bir alışveriş ve Angelina ile birlikte dört avareye dönüşen bu grubun küçük bir şehir turu... Ardından gece, şişelerin şıngırdayan seslerine ev sahipliği yapan kese kağıtlarını taşıyan bu üç genç, kendilerini Angelina'nın evinde buldular. Geniş odalar, az eşyalarla doldurulmuştu ve belli ki Jack-Joe-Paul gibi fazlaca avareye ev sahipliği yapmıştı bu ev. Hiç biblo ya da tablo olmamasının sebebi buydu belki de. Hobolar kaldıkları evlerden hatıra götürmeyi severlerdi. Bunu Paul anlatmıştı. Salonun tam ortasına oturduktan sonraki bir saat kapı zili hiç susmadı ve ev küçük bir parti evine dönüştü.  Sabaha kadar yüksek müzik, esrar ve alkol üçgeninde savrulan bedenlerle birlikte bu üç Hobo, sanki dünyadan bağımsız bir tren istasyonunda gibiydiler. Yol'un kutsallığını iliklerine kadar hissediyor ve çok eğleniyorlardı.

"Hey! Hey! Brooklyn canavarları, güzel kadınlar, leylak kokanlar ve diğer mahlukatlar. şimdi beni dinleyin. Amerika tüm dünyaya çok acı çektiriyor, sonra yara alıyor ve bunun bedelini çok daha ağır ödetiyor. İnanır mısınız bu benim umrumda değil. Kaçtım ve geldim ben. Kaçtım ve geldim. İşte buradayım. Yolları aştım ve geldim. Boston'dan yağmurdan, sefillikten, an ve an ölmekten inanılmaz bezdim. Hatta dün gece rüyamda tüm ülkeyi gezdim. Mısır tarlaları arasında on sekizlik bir ateş parçası ile ilk biramı içtim ve sonra tüm dünyayı yangına verdim. Oradan çıkıp Kuzey Amerika'ya gittim. Karın altında kalan bir kaç kuru odun bulmak için vadileri karış karış yürüdüm. Yağmurun altında ateş yakmak için gözyaşlarımı kuruttum. Ama insan bilemiyor yağmur altında ağlarken, gözünden dudaklarına süzülen ıslaklığın hangisine ait olduğunu. Ben işte buradayım ve eğleniyorum. İnanır mısınız bundan sonraki gün ve sonraki yıl ya da sonraki en yakın savaş umurumda bile değil. Ben eğleniyorum ve kutsal olan bu. Meryem Ana ya da bir memur ciddiyetindeki peygamberler, hiçbiri benden, senden, sizlerden ve yollardan kutsal değil. Ben eğleniyorum!!"

Jack iyice saçmalamaya başlamıştı artık. Alkolün karnından yükselen ateşini kafası taşıyamaz olduğunda böyle olurdu hep. Birçok kişiliği vardı onun ve her kişiliğinin hortlakları. Ancak hortlakları alkolden hiç hoşlanmaz ve yuvalarına kaçarlardı. Ertesi sabah onu daha fazla yormak ve pişman etmek için plan yaparlardı. Alkol aldığında ikinci kişiliği tam bir itirafçıya dönüşür ve onu mahçup ederdi. Açığa çıkan gerçek benliklerinden biri ise olabildiğince duygusal ve aptaldı. Hep kaybederdi.

Şimdi masaya tırmanıp Jack'i aşağı, tam kalabalığın kucağına iten Paul konuşmaya başladı. 

"Neden varız bu dünyada? Kaç tane duyguyu yaşamak ya da yaşatmak için kendimize ve başkalarına?"

"Kes sesini Paul. Ağlatacak mısın bizi?" diye haykırdı Jack. Duygusal benliğinin derinliklerine inmiş ve orada ciğerlerinden vurgun yemiş gibiydi.





Yorumlar