Yol Buhranı (Bölüm 7) "Beyaz Geceler"




"Neyse, söyleyeceklerim duygusal şeyler değil. Söyleyeceklerim haddimi aşmayacak kadar normal şeyler de değil zaten. Saygıdeğer mi yoksa kötü rol yapan palyaço suratlı pespaye Brookline halkı mı desem bilemedim ama gel gelelim ben bu evde şunu gördüm. Sizler zenginsiniz ve Tanrı sizi zenginliğinizle lanetlemiş. Dinginliğinizle ise sizi kör etmiş. Gıcır gıcır mobilyalarınızın üstünde o yapay rahatlığınız, içinizdeki gerçek sizi öldürmüş ve inanır mısınız sizden sadece bir tane var. Neden kendinize katlanmak zorunda kalıyorsunuz? Neden içinizde bir tane daha Rick ya da bir tane daha Angelina yaratıp onunla konuşmuyorsunuz? Çok sade ve ılımlısınız. Liberallerden tek farkınız, Liberal olup olmadığınızı bilmediğinizdir. . Bırakın bu konforu ve çıkın bu evden. Bir ayaklanmaya davet, bir manifestoya davettir benimki.  Apolitik aptal orospu çocukları sizi. Apolitiklerden nefret ederim"

"Paul sanki üstüne vazifeymiş gibi herkesi avareliğe çağırıyorsun. Ne bu peygamberlik hevesi sendeki. Aptal serseri aşağı in de şu şişeyi dön." dedi Joe.

Paul masadan aşağı inmeye davranmıştı ki kafasına yediği sert şişe darbesi onu iki büklüm bir sandalyeye oturttu. Sarhoş haliyle söyledikleri, sarhoş haliyle dinleyenleri epey kızdırmıştı. Jack arka tarafta Angelina ile birlikteyken olanlar oldu ve Paul müthiş bir hengamenin arasında Joe ile birlikte saniyede onlarca tekmenin altında yatıyordu. Joe kafasını ellerinin arasına alırken, Paul yukarıdan birini çekti ve kalabalığın arasına attı. Ardından Joe ile birlikte bir kaç kişiyi daha devirip ortaya çektikten sonra ayağa kalkıp kaçtılar. Evden yine en baştaki gibi üç hobo olarak çıktılar. Angelina macerası kısa sürmüştü.

"Hala içerde kavga ediyor aptal herifler. Kendi kendileriyle hemde." dedi Joe.

"Alkol, insanın içindeki mağara adamını kapının önüne çağırır. Mağara adamları cahiliyete, güce ve şiddete tapar. Uyukladığın bir tiyatro salonunda insanlar çılgınca alkışlamaya başladığında sen de alkışlarsın ve sorarsın 'neyi alkışlıyoruz?' diye. Linç ve kavga da böyledir. Bir grup insan bir kişiyi dövmeye başladığında herkes katılır. Kendi içlerindeki insanlığa ve acı gerçeklere tekme attıklarını bilmeden..."  diye söze girdi Jack. Yirminci yüzyıl filozofları gibi tutuyordu sigarasını.

"Bu gece kalacak yerimiz yok. şimdi ne bok yiyeceğiz Paul? Neden öyle konuştun ki hem. Ne güzel eğleniyorduk." diye atıldı Joe.

"Bak Joe iyi dinle beni. Ben sefillikten keyif alıyorum. Üç kuruş param olmadığı zaman aldığım iki biranın verdiği asgari sarhoşluktan çok daha fazla.keyif alıyorum. Buna inanın. Sırtımda  otuz kiloyu aşkın bir sırt çantasıyla Tengri dağını aşarken de aynı keyfi alacağıma inanabilirsiniz. iki üç mobilya, kırık bir masa ve yarım şarap bile eğlencemi yitirmeme engel olamaz."

"Senin neyden hoşlandığın beni ilgilendirmiyor aptal herif. Bu yola senin boktan devrim safsatan yüzünden düştük ve sen sorumsuzun önde gidenisin."

"Hey! Hey! Hadi buradan New York'a gidelim. Orada küçük işler yaparız. Sonra ver elini Güney Amerika. Kuzeyde beyaz amerikalılar  var ve inanır mısınız çok sıkıcılar. Meksikaya gidelim dostlar. Peyote yiyelim. Tekila içelim. Hem daha ucuz." diyerek kavgayı bitirmeye çalışan Jack, Joe'nun çoktan içine düştüğü ateş çemberinden bir haber elini Joe'nun omzuna attı. Artık Joe sadece kafayı bulduğunda hoşnut olacak, ayıkken ise sürekli huzursuzluk çıkaracaktı.

Kaba Saba insan azmanı bilet gişecilerinin yerlere tükürdüğü , zemini hüzün ve izmarit kaplı otobüs terminallerinde vilayete kaçak girmeye  çalışan üniversite son sınıf öğrencileri, vize tartışmaları ve uzun uzadıya birbirine sulanan yeni yetme sevgililerle beraber kalkış saati iki saat ertelenmiş bir otobüsü sıcak bir kış  akşamında bekliyorlardı şimdi. Burası , insanların konuşmasından tutun da giyimine kadar her şeyi analiz edip siyasi ideolojilerini tespit edebileceğiniz bir yerdi. Sadece gitmek için gidiyor , rahatsız koltuklarda oturuyor , ezilen asfaltın üzerinden kayan tekerlekleri kıçlarında hissediyorlardı.

 Sonunda New York dediler. Cehennemin dibi ile Cennet dağının zirvesinin aynı anda yaşandığı bu güzide kent.

İner inmez plan yaptılar. Biraz para biriktirdikten sonra güneye trenlerle inecek ve oradan Meksika'ya geçeceklerdi.

Üçü de yapımına devam edilen bir demir yolunun inşaatında çalışmaya başladılar. Gündüzleri onlarca kilo çuvalları oradan oraya karınca gibi taşıyor. Geceleri ise hayatın sillesini yemiş esmer Meksikalı işçilerle alkolün dibine düşüyorlardı.

Her geçen gün daha çok çalışıyor daha çok para alıyor ve daha çok unutuyorlardı içlerindeki yol ateşini. Bez çadırlarda geçen ucuz viski alemleri ve esrar partileri artık tek eğlence kaynakları olmuştu. Birbirleriyle çok az konuşuyor ve kendi kendilerine takılıyorlardı. Bir gece Kelly'nin ordusu*ndan fırlayıp gelmiş gibi görünen bir grup işçi civardaki banliyöden kalkan bir trene binip şehir merkezine inerek geceyi bir barda geçirmeyi ve haftalık paralarını bu şekilde harcamayı teklif etti. Jack, Joe ve Paul uzun zamandır barlardan uzak kalmıştı ve bu fikre balıklama atladılar.

Trene bindiler şehre indiler ve işte New York'un acımasız geceleri. O kadar çok ışık vardı ki insana gece olduğunu unutturuyordu.

Bu devasa liman şehrinin barlar sokağı binlerce denizciyi trans atlantiklerinde beyaz şarap ile birayı karıştırıp sarhoş olma çabasından kurtarmış ve adeta kendisiyle bütünleştirmişti.
Hepsi bar taburelerinin üzerine dizildiğinde Joe'nun aklına St. Petersburg'da geçirdiği zamanlarındaki beyaz geceler geldi.

"Şafak sanki beş dakika sonra sökecek ama saat gece üç. Asla uyuyamıyordum. Sanki Stalin* o güneşin, ardına düşemediği bulutların arasından çıkıp gelecek ve sırtıma devasa bir çekiçle vurup beni paramparça edecek gibi hissederdim. Burada da beyaz geceler var işte. Hissettim o duyguyu. Ama güneş sanki az sonra doğacakmış gibi değil de hiç batmamış gibi duruyor. İt gibi çalışan işçiler, denizciler ve beyaz yakalı tüm New York insanları... İşte bu ışıkları onlar yakıyor. Kendi kazandığı parayı başkasına kaptırmak için kendine reklam yapması gerekiyor ve bu reklamın parasını yine kendisi ödüyor. Aptal New York halkı beni duyuyor musunuz? Hepinizden iğreniyorum, ebeveynlerinizden, sizden, çocuklarınızdan, o her gün koşa koşa gidip sürüne sürüne döndüğünüz işlerinizden, hayallerinizden, planlarınızdan ve gözlerinize çekilmiş millerden iğreniyorum. Uyanın aptal New York halkı! Boğazınıza kadar ışığa, dizinize kadar boka batmışsınız. Uyuyacaksınız en azından ışığı kapatın aptal New York halkı!

"Aptal New York halkına!" dedi hepsi birden ve kadehleri kafalarına diktiler. Jack dudaklarının kenarından kaçırdığı viskiyi gömleğinin koluyla silerken derin bir nefes verdi ve sırtını döndü. Bardaki insanlara bakıyordu ve dikkatlerini çekmeyi başardı. Birkaç saniye içinde ufak bir sessizliği yakaladı ve bağırmaya başladı.

"Zaten doymuşsunuz, zaten zenginlikler içerisindesiniz. Bu dünyayı ermişler yargılayacak. Göbeklere et ve etlere göbek, Bil ki Tanrı onu da, onları da bir gün yok edecek."

Jack Kerouac'ten bir alıntıydı bu. Bir süre sessizliğe, kafasını bilmiş bir tavırla sallayarak kitabı işaret ettikten sonra ikinci kadehini kafasına dikti ve koşarak bardan çıktı. Bir daha geri gelmeyecek gibi kararlı adımlar atarak fırladı ve gecenin içine karıştı. Peşinden kimse gitmedi.

Yorumlar