"Neyse, söyleyeceklerim duygusal şeyler değil.
Söyleyeceklerim haddimi aşmayacak kadar normal şeyler de değil zaten.
Saygıdeğer mi yoksa kötü rol yapan palyaço suratlı pespaye Brookline halkı mı
desem bilemedim ama gel gelelim ben bu evde şunu gördüm. Sizler zenginsiniz ve
Tanrı sizi zenginliğinizle lanetlemiş. Dinginliğinizle ise sizi kör etmiş.
Gıcır gıcır mobilyalarınızın üstünde o yapay rahatlığınız, içinizdeki gerçek
sizi öldürmüş ve inanır mısınız sizden sadece bir tane var. Neden kendinize
katlanmak zorunda kalıyorsunuz? Neden içinizde bir tane daha Rick ya da bir
tane daha Angelina yaratıp onunla konuşmuyorsunuz? Çok sade ve ılımlısınız.
Liberallerden tek farkınız, Liberal olup olmadığınızı bilmediğinizdir. .
Bırakın bu konforu ve çıkın bu evden. Bir ayaklanmaya davet, bir manifestoya
davettir benimki. Apolitik aptal orospu
çocukları sizi. Apolitiklerden nefret ederim"
"Paul sanki üstüne vazifeymiş gibi herkesi
avareliğe çağırıyorsun. Ne bu peygamberlik hevesi sendeki. Aptal serseri aşağı
in de şu şişeyi dön." dedi Joe.
Paul masadan aşağı inmeye davranmıştı ki kafasına
yediği sert şişe darbesi onu iki büklüm bir sandalyeye oturttu. Sarhoş haliyle
söyledikleri, sarhoş haliyle dinleyenleri epey kızdırmıştı. Jack arka tarafta
Angelina ile birlikteyken olanlar oldu ve Paul müthiş bir hengamenin arasında
Joe ile birlikte saniyede onlarca tekmenin altında yatıyordu. Joe kafasını
ellerinin arasına alırken, Paul yukarıdan birini çekti ve kalabalığın arasına
attı. Ardından Joe ile birlikte bir kaç kişiyi daha devirip ortaya çektikten
sonra ayağa kalkıp kaçtılar. Evden yine en baştaki gibi üç hobo olarak
çıktılar. Angelina macerası kısa sürmüştü.
"Hala içerde kavga ediyor aptal herifler. Kendi
kendileriyle hemde." dedi Joe.
"Alkol, insanın içindeki mağara adamını kapının
önüne çağırır. Mağara adamları cahiliyete, güce ve şiddete tapar. Uyukladığın
bir tiyatro salonunda insanlar çılgınca alkışlamaya başladığında sen de
alkışlarsın ve sorarsın 'neyi alkışlıyoruz?' diye. Linç ve kavga da böyledir.
Bir grup insan bir kişiyi dövmeye başladığında herkes katılır. Kendi
içlerindeki insanlığa ve acı gerçeklere tekme attıklarını bilmeden..." diye söze girdi Jack. Yirminci yüzyıl
filozofları gibi tutuyordu sigarasını.
"Bu gece kalacak yerimiz yok. şimdi ne bok
yiyeceğiz Paul? Neden öyle konuştun ki hem. Ne güzel eğleniyorduk." diye atıldı Joe.
"Bak Joe iyi dinle beni. Ben sefillikten keyif
alıyorum. Üç kuruş param olmadığı zaman aldığım iki biranın verdiği asgari
sarhoşluktan çok daha fazla.keyif alıyorum. Buna inanın. Sırtımda otuz kiloyu aşkın bir sırt çantasıyla Tengri
dağını aşarken de aynı keyfi alacağıma inanabilirsiniz. iki üç mobilya, kırık
bir masa ve yarım şarap bile eğlencemi yitirmeme engel olamaz."
"Senin neyden hoşlandığın beni ilgilendirmiyor
aptal herif. Bu yola senin boktan devrim safsatan yüzünden düştük ve sen
sorumsuzun önde gidenisin."
"Hey! Hey! Hadi buradan New York'a gidelim.
Orada küçük işler yaparız. Sonra ver elini Güney Amerika. Kuzeyde beyaz
amerikalılar var ve inanır mısınız çok
sıkıcılar. Meksikaya gidelim dostlar. Peyote yiyelim. Tekila içelim. Hem daha
ucuz." diyerek kavgayı bitirmeye çalışan Jack, Joe'nun çoktan içine düştüğü
ateş çemberinden bir haber elini Joe'nun omzuna attı. Artık Joe sadece kafayı
bulduğunda hoşnut olacak, ayıkken ise sürekli huzursuzluk çıkaracaktı.
Kaba Saba insan azmanı bilet gişecilerinin yerlere
tükürdüğü , zemini hüzün ve izmarit kaplı otobüs terminallerinde vilayete kaçak girmeye çalışan üniversite son sınıf öğrencileri, vize tartışmaları ve uzun uzadıya birbirine sulanan yeni yetme sevgililerle
beraber kalkış saati iki saat ertelenmiş bir otobüsü sıcak bir kış akşamında bekliyorlardı şimdi. Burası , insanların
konuşmasından tutun da giyimine kadar her şeyi analiz edip siyasi ideolojilerini
tespit edebileceğiniz bir yerdi. Sadece gitmek için gidiyor , rahatsız
koltuklarda oturuyor , ezilen asfaltın üzerinden kayan tekerlekleri kıçlarında
hissediyorlardı.
Sonunda New York dediler. Cehennemin dibi ile Cennet dağının
zirvesinin aynı anda yaşandığı bu güzide kent.
İner inmez plan
yaptılar. Biraz para biriktirdikten sonra güneye trenlerle inecek ve oradan Meksika'ya geçeceklerdi.
Üçü de yapımına devam edilen bir demir yolunun
inşaatında çalışmaya başladılar. Gündüzleri onlarca kilo çuvalları oradan oraya
karınca gibi taşıyor. Geceleri ise hayatın sillesini yemiş esmer Meksikalı
işçilerle alkolün dibine düşüyorlardı.
Her geçen gün daha çok çalışıyor daha çok para
alıyor ve daha çok unutuyorlardı içlerindeki yol ateşini. Bez çadırlarda geçen
ucuz viski alemleri ve esrar partileri artık tek eğlence kaynakları olmuştu.
Birbirleriyle çok az konuşuyor ve kendi kendilerine takılıyorlardı. Bir gece Kelly'nin ordusu*ndan fırlayıp gelmiş gibi görünen bir grup işçi civardaki
banliyöden kalkan bir trene binip şehir merkezine inerek geceyi bir barda
geçirmeyi ve haftalık paralarını bu şekilde harcamayı teklif etti. Jack, Joe ve
Paul uzun zamandır barlardan uzak kalmıştı ve bu fikre balıklama atladılar.
Trene bindiler şehre indiler ve işte New York'un
acımasız geceleri. O kadar çok ışık vardı ki insana gece
olduğunu unutturuyordu.
Bu devasa liman şehrinin barlar sokağı binlerce
denizciyi trans atlantiklerinde beyaz şarap ile birayı karıştırıp sarhoş olma
çabasından kurtarmış ve adeta kendisiyle bütünleştirmişti.
Hepsi bar taburelerinin üzerine dizildiğinde Joe'nun
aklına St. Petersburg'da geçirdiği zamanlarındaki beyaz geceler geldi.
"Şafak sanki beş dakika sonra sökecek ama saat
gece üç. Asla uyuyamıyordum. Sanki Stalin* o güneşin, ardına düşemediği
bulutların arasından çıkıp gelecek ve sırtıma devasa bir çekiçle vurup beni
paramparça edecek gibi hissederdim. Burada da beyaz geceler var işte. Hissettim
o duyguyu. Ama güneş sanki az sonra doğacakmış gibi değil de hiç batmamış gibi
duruyor. İt gibi çalışan işçiler, denizciler ve beyaz yakalı tüm New York
insanları... İşte bu ışıkları onlar yakıyor. Kendi kazandığı parayı başkasına
kaptırmak için kendine reklam yapması gerekiyor ve bu reklamın parasını yine
kendisi ödüyor. Aptal New York halkı beni duyuyor musunuz? Hepinizden iğreniyorum,
ebeveynlerinizden, sizden, çocuklarınızdan, o her gün koşa koşa gidip sürüne
sürüne döndüğünüz işlerinizden, hayallerinizden, planlarınızdan ve gözlerinize
çekilmiş millerden iğreniyorum. Uyanın aptal New York halkı! Boğazınıza kadar
ışığa, dizinize kadar boka batmışsınız. Uyuyacaksınız en azından ışığı kapatın
aptal New York halkı!
"Aptal New York halkına!" dedi hepsi birden
ve kadehleri kafalarına diktiler. Jack dudaklarının kenarından kaçırdığı
viskiyi gömleğinin koluyla silerken derin bir nefes verdi ve sırtını döndü. Bardaki insanlara bakıyordu ve dikkatlerini çekmeyi başardı. Birkaç saniye
içinde ufak bir sessizliği yakaladı ve bağırmaya başladı.
"Zaten doymuşsunuz, zaten zenginlikler
içerisindesiniz. Bu dünyayı ermişler yargılayacak. Göbeklere et ve etlere
göbek, Bil ki Tanrı onu da, onları da bir gün yok edecek."
Jack Kerouac'ten bir alıntıydı bu. Bir süre
sessizliğe, kafasını bilmiş bir tavırla sallayarak kitabı işaret ettikten sonra
ikinci kadehini kafasına dikti ve koşarak bardan çıktı. Bir daha geri gelmeyecek gibi kararlı adımlar atarak fırladı ve gecenin içine karıştı. Peşinden kimse gitmedi.
Yorumlar
Yorum Gönder