Ağır bir yükün ardından çığlıklar attıkça kalkıyor ve Atlas gibi yükleniyordu sırtındaki
dünyayı. Anlattıkça Jack’in de ayağa kalkmasını kafasını sallamasını ve onu
desteklemesini sağlıyordu. Sanki bulutların üzerinde yükseliyor ve isyanını
dile getirirken çılgın bir kalabalığı da coşturuyordu. Kendini kaybettiği
noktada yatağa yığıldı, kurumuş boğazını, çatlamış dudaklarını ve tüm
yorgunluğunu, kasvetini, kederini, içinden çekilip alınmış yüzünü şaraba gömdü.
Tamamen sarhoş olmuşlardı artık.
Joe hadi dışarı çıkalım dediğinde ellerinde
birer şişe bira ile kendilerini Boston sokaklarında buldular. Bir bere, atkı ve
kabanlarının içerisine özenle yerleştirilmiş şişelerce ucuz viski ile döküldüler
yollara. Çığlıklar ve ıslık sesleri yükselen meydana doğru ilerlediler. Joe
suratına kuşkulu ve mayhoş bir gülümseme yerleştirmişti. Dışarıda yağmur
yağıyordu. Islak kaldırım taşları üzerinde yükselen çirkin binalar yeryüzüne
düşen biçimsiz beton parçaları gibi duruyor, bu iki gezginin ruhunu daha da
daraltıyordu.
Joe aklına sokulan macera fikrini ağzında karanfil tohumu çevirir
gibi dolandırıyor ve bir plana bağlamaya çalışıyordu. Jack ise biraz olsun
gülmek istiyordu artık. Mutlu olmak için kendini zorluyordu ancak boğazında kalan
yumru hala onu kendi içinde yere yığıyordu. Yol buhranı! Yol buhranı! Çığlıklar
atıyordu içinden. Gri gökyüzü kaşlarını çatmış bir ebeveyn gibi üzerine
eğiliyordu. Yağmur damlaları onu bir avuç tıkanmışlıkta boğacak gibi oluyordu.
Millerce uzaktaki dostlarını, dağları, ovaları, evine, işine giden oturaklı bir
hayat süren insanları, Pazar gününü yıllar önceki yanlış bir kararın tohumu
olan çocuğu ile oynayarak geçiren mutsuz bekar anneleri düşünüyordu.
Karşı dağları
menevişleyen hain yağmur ve akşam üzerinden kalan bir parça gün ışığını, tarla
kuşlarını, dağlarda ölen askerleri, yolları, yollarda olan insanları, avareleri,
tren raylarında ezilen köpekleri, ayyaşları, serserileri, pamuk işçilerini
düşünüyordu.
Yolda yürürken ara ara birbirleriyle yollara düşmek üzerine
konuşuyor ve tekrar kendi iç dünyalarına dönüyorlardı. İkisinin de zihninde
mayalanma süreci yaşayan ancak itici gücü arayan ve bulamayan yol fikri vardı.
Joe tekrar gündelik sorunlara ve yol hayallerine dalmışken Jack de tekrar düşüncelere
daldı. En özgür yaşlarında ayaklarından prangaya mahkumdu, köklerini yanlış
topraklara salmış karlı bir kayın ağacıydı. Belirsizlikler okyanusunda bir
balık olarak görüyordu hala kendini. Ara sıra boğulur sonra tekrar bir ormanda
dirilirdi. Karanlık, puslu sokaklarda delirmiş ayyaşları takip etmek,
Çingenelerle Yılkı atlarının peşinden koşmak, zemini cam kırıklarıyla dolu bir
sınır lokantasında şarap içmek istiyordu. Her gece ölüp sabah yeniden dirilmeyi
istiyordu. Etrafındaki neşelerinin nereden ve nasıl kaynaklandığını bilmediği
insanlara düşünceli gözlerinden daha farklı bir gözle bakmayı istiyordu artık.
Birazdan içine düşecek dehşet tohumundan ve yığılıp kalacağı ıslak
kaldırımlardan bir haber zihnine yine kendi elleriyle hortlaklar
yerleştiriyordu.
Sonra aniden bir silah sesi duyuldu ve bir kere daha
bir kere daha. Tam üç kere patladı metalik gri Magnum Revolver. Gece iyice
çökmüştü artık ve havada asılı bir bıçak gibi parlıyordu silah.
Jack birden
arkasını döndü ve Joe’yu silahın altında buldu. Dağınık saçlarına düşen yağmura
ve silaha boyun eğmiş, dizlerinin üzerine çökmüştü Joe. Elindeki bira şişesi ile
iki eli de havada ve yalvarır bir surat ifadesi ile silahın tam içine
bakıyordu. İki evsiz yerde yatıyordu. Joe onları devirmeyi başarmış ancak
silahlı serserinin karşısında mağlubiyeti kabul edercesine teslim olmuştu.
Jack
zihnindeki hortlakları özenle yerleştirirken hiçbir şey duymamıştı. Ancak şimdi
bir şeyler yapması gerekiyordu. Hayatında ne silah görmüş ne de kullanmıştı.
Elindeki bira şişesini aldı ve serserinin kafasına geçirdi. Serseri yere
düşerken Joe üstüne atladı. Ardından serseri silahı Joe’nun tam kafasında
ateşledi. BAM! zaman öylesine yavaş ilerliyordu ki, Jack adım adım serseriye
yaklaşırken sanki havada yürüyor gibiydi, yüzünden kanlar boşalırcasına yerde
yatan Joe’ya yaklaştı ve kafasını tuttu tam o sırada yüzüne bir darbe aldı ve
uyandı.
-Hey Jack! Jack! Kendine gel dostum. Sigara içelim
diye oturduk uyuyacaktın az daha yaşlı moruk seni.
Jack gördüğü ve yaşadığı her şeyin gerçek olduğuna yemin
edebilirdi. Joe’nun suratına baktı ve omuzlarına dokundu. İkisi de kulaklarına
kadar sarhoştu. Hiçbir şeyi yoktu. Sigarasını ağzına götürdü ancak çoktan bitip
söndüğünü ve tekrar elini yaktığını anladı.
Eve döndüler ve bir şişe şarap daha açtılar. Jack’in
vücudunda yükselen adrenalin, alkolü kulaklarından alıp beynine taşımıştı.
Birkaç nefeste sigarayı bitiriyor sonra bir tane daha yakıyordu.
Gece ikisi de sızdı. Jack sabah uyandığında iki
büklüm bir koltukta göğsünde yarım şişe şarap ve birbirine kenetlenip
sıkılmaktan ağrıyan bir çeneyle uyandı. Joe ise çoktan uyanmış yatakta oturuyor
ve kitap okuyordu. Kahvaltı için Paul’a gidelim dedi. Senin uyanmanı beklerken
bayat bira ve kraker ile geçiştirdim kahvaltıyı. Paul bize daha iyisini yapar.
Yola düştüklerinde sabahın keskin ayazı yüzlerini
yalayıp geçiyor, içlerinde yanan yol ateşini daha da şiddetlendiriyordu.
Yokuşlardan çıkıyor, tepelere varıyor, günün ilk çocuğunu dahi karşılamamış
parklarda oturup sigara içiyorlardı. Uzaklardaki dağları düşlüyor, sırtlarına
binen sönmüş heveslerini yükleniyor ve altlarında teneke kutular gibi ezilip
büzülerek ilerliyorlardı.
Paul onları kapıda karşıladı. Orta boylu esmer, ince
sakallı zayıf bir çocuktu. 4 kişi kaldıkları bu bekar evi Jack ve Joe gibi iki
avareyi şaşırtacak derecede düzenliydi. Sigara kağıtlarının ve kırık cam
bardaklarının kalorifer peteği üzerinde sıra sıra dizili olduğu boş bir salonda
kahvaltı ettiler. Dibi katran tutmuş, ağına kadar izmarit dolu kül tablasına
aynı anda 6 kişi eğiliyor, sigaralarını çırpıp tekrar doğruluyordu. Akşamdan
kalma bir çift gözü rahatsız edecek derecede senkronize ve sessiz bir iletişim
içindeydiler. Ev ahalisi arasında hararetli bir tartışma vardı.
Gittikçe
yükselen gürültünün tam ortasında Jack, sessizce oturuyor ve ardı ardına
sigaralar yakıyordu. Burada olmak istemediğini hissetti bir an. Öylesine yalnız
hissediyordu ki. Çevresindeki onca insana rağmen kalabalıklar arasında bir ruh
gibiydi. İnsanlar onun içinden geçip gidiyor, gündelik telaşlara uzun planlara
dalıyor ve Jack’i görmüyorlardı bile. Toprak bir yolun kenarında, bir yılanın
ağzında sürüklenen çöl faresi gibiydi. Hayatın onu sindirmesine, çarkların
arasına katmasına ve oraya sıkıştırıp tüm gençliği ve ömrü boyunca dönüp
durmasına engel olamamaktan korkuyordu. Çoğu kişinin büyük bir hevesle balıklama
daldığı bu çarklar sisteminde o, yalnızca bir avare olmayı hak ediyor. Bireysel
yeteneklerinin ve gençlik hevesinin, iktidarı ve dolayısıyla parayı, gücü,
yetkiyi elinde tutanlar tarafından katledilmesini istemiyordu. Kendince haklı
sebepleri vardı.
Aykırı olmayı, avare olmayı o seçmemişti. Çark köpeği olmak,
aile olmanın getirdiği sorumluluklara katlanmak, baskılara karşı boyun eğmek
ona göre değildi. Onun heybesinde ve sırtına yüklediği dünyada buna yer yoktu.
Günlük hayal kırıklıklarından kaçmak, sorumlulukları ve birey olmayı reddetmek
için kaçıyor ve böylece kendini insanlığın cehennemine, hiçbir işe yarar
olmamanın utancına boğmaktan ve içine düşmüş olduğu dipsiz kuyunun farkına
varmaktan kurtarıyordu.
O bu düzen içerisinde sosyal organizmanın ‘yol’ denen
vanasından dışarı atılan bir atıktı ve hep öyle kalmayı kendine reva görüyordu.
Bu onurlu davranışın herkese göre olmadığını düşünüyor, aykırı olmanın, uyanık
olmanın, sadece yaşayan ve çalışan bir
köleden daha anlamlı bir eylem olduğunu beynindeki hortlaklara adeta nutuk
çekercesine tekrarlıyordu.
Ona göre yollara düşmek,sanat üretmek ve yaratmaktan
başka bir iş yapanlar sadece ‘var olmuş’ oluyorlardı.
Joe’nun aksine Jack inşa
etmek ve yaratmak konusunda yalnızca tanrılara ait olan birkaç yetenekten, daha
doğarken payını almıştı.
İçinde dönüp dolanan şu fikirleri San Francisco Call
dergisine yazsa alacağı parayla şimdiden ilk düşeceği barda tüm ayyaşlara viski
ısmarlayabilirdi.
Yorumlar
Yorum Gönder