Bir otobüsün en arka
koltuğunda oturuyordum. Zamanın içinden geçen dikdörtgen prizma bir tüpün en
arka koltuğunda. Yolun sonunda farklı bir yerde farklı bir zamanda inilen bu
kapsülde pencerelerden dışarı bakacak olursanız, kıçınızı yaydığınız üçlü
koltuktan Afrika iç savaşını izlerken yaşadığınız duyarsızlığın aynısını yaşarsınız. Kirli pencerelerden bu yana -yani kendinize- kafanızı çevirirseniz,
bu kapsülün insan ruhunun tohumlarına serpilmiş tüm ilham ve yaratıcılık
kırıntılarını ezip geçtiğini hissedersiniz. Bu öylesine bir duygudur ki
kılınızı dahi kıpırdatmadan sizi öldüren bir şeylerin olduğunun farkına
varmışsınızdır. Ancak elinizden gelen bir şey yoktur. İşte bu katil kapsülün en
arkasındayım. Bütün yolcuları, yolculukları, insanları ve içlerindeki sefil
umutları arkadan izleyebiliyor daha da ötesi iğreniyordum.
Gözüme hoş
gelen bir sokağın sonunda indim. Çevresinde hiçbir marketin bulunmadığı
tekelleşmiş bir marketten ortalama fiyatının 12.5 lira üstünde fiyattan yarım galon bir viski aldım. Kısa ama çok da kısa olmayan bir zamandır tanıdığım bir
arkadaşla karşılaştım. Viskiye ortak çıktı. Bu, hem iyi hem kötü bir haber.
Birlikte başka bir arkadaşımızın evine geçtik. Gecenin ilerleyen saatlerine
kadar içtikten sonra yükselen libidomuzu baskı altına almak zorunda kalmamızın
hüznü ile uykuya daldık. Evet! İşte tekrar başlıyordu. Size aşık ama çok çirkin
bir kız düşünün. Yakanızdan kurtulmayan, sizi her şeye rağmen seven ancak
sevilmek duygusunun bu denli işe yaramaz sayıldığı bir ilişki. Aynı bunun gibi
kabuslar haftalardır peşimi bırakmıyordu. İnsanların savaşlardan, ölümlerden,
ekonomik krizlerden ve hakkında bir kuruş bile yorum yapma hakkını kendimde
görmediğim ancak yorum yapmaktan da zerre çekinmediğim -yüzsüzün tekiyim-
toplumsal ahlaksızlık konularından daha çok kendine dert edindiği beş para
etmez endişeler. İşte benim dert ettiğim bunlardı. Beş para etmez şeyler
karşısında yıkılır, dökülür ve kendimden geçerdim. Kabuslar da bu konuyla
ilgiliydi işte. Sabah kalktığımda hakkında hiçbir şey hatırlamadığım, belki de
hatırlamaya değer görmediğim saçma sapan şeylerdi bunlar.
Önce bir
nikaha gidiyor, çizgili pijamaları ve zerre pragmatik fayda sağlamayan
muhabbetleri ile insanı kasvete boğan bir gelin ve damat ile nikaha
katılıyordum. Hayatlarının bir sonraki ortalama 50 yılını mahvetmiş iki
insan... Onların nikah şahitleri oluyordum. Diğer bir nikah şahidi uzun
zamandır can sıkıntım ile aynı oranda artan libidomun sonucu hedef bellediğim bir
kadın. Ancak onu da, hayatımda daha önce yüzümde kendi gözlerimle bile
görmediğim kadar sakalla hayal ediyordum. Sakallarını yüzüme sürtüyor, öpüyor
ve benimle derinlere inmediği sürece katlanmaktan imtina ettiğim sohbetlere
dalıyordu. İşte böylesine aptal kabuslara daldığım gecelerde gök gürültülü ve
yağmurlu diye tabir edilen sabahlara uyanmadığım için hayatım boyunca aslında bir
dakika bile inanmak gayretinde bulunmadığım tanrıya şükrediyordum.
Sabah
kalktığımda aklımda kapı bekçisi feneri gibi bir keskinlikte fikir belirmişti.
"Güneye
inelim. Sadece güneye. Güney. Yol. Yola çıkalım, sırt çantalarımızı taktığımız,
ayaklarımıza lastik pabuçları geçirdiğimiz gibi yeryüzünde akıp giden rayların
üstüne çıkalım ve güneye gidelim."
Koltuğun
ucunda oturan viski arkadaşım John, bana duygusuz bir bakış attı. Keskin bir
kararlılıkla hadi gidelim dedi.
"İnan
öylesine daraldım ki, şuanda beni içi barut dolu daracık bir tren
kompartımanına ağzımda sigara ile koysalar umurumda olmaz. Hadi gidelim! Hadi
patlayalım Jack! Kendi içimize değil dışarıya patlayalım ve tüm insan
müsveddeleri bundan nasibini alsın. Kendisi ile yarı deli bir yarışa girmiş tüm
kölelik meraklıları, yollarda olmayanlar, yollarda olanlara öykünmeyenler ve
hayatın bir adım sonraki anını hesaplamadan duramayan aptal çark köpekleri...
Hepsi nasibini alsın içimdeki irinden. Hadi gidelim!"
Bir gün
içerisinde çantalar hazırlandı. Birkaç kağıt parçası kadar para... Tren
biletleri ve ardında göz torbalarından başka somut hiçbir şey bırakmayacak bir
serüvene karşı son heves, topukları kıçına vura vura koşan genç ruhumuz...
Sonunda bir
şafak vakti dağların arasında kıvrılan eski bir trendeydik. Güneye gidiyorduk.
Para, pul, kalacak yer yok. Sadece gidiyorduk. Güneye...
Yol Buhranı heyecanı canlandı tekrar :) Umarım sonraki bölümler hemen yayınlanır
YanıtlaSil