Trenden
indikten sonra etrafa bakınır gibi olurken kızları takip ediyorduk. Harita
üzerinde bir yer arar gibi kendi kendimize konuşurken kızların yanına gittik.
Biz kızlara doğru adım attıkça kızlar da beyaz bir Jeep'e doğru adım atıyordu.
Arabadan iri yarı bir adam inip kızların eşyalarını aldı ve arabaya
yerleştirdi. Çamur suyuna bulanmış paçalarımızla ardına bakakaldık arabanın...
John bu
duruma epey bozuldu ancak ruhumuzun bir yerlerinde konfora alışkın olmayan,
daha da önemlisi konforun kölesi olmayan insanları sırtlarımızdaki heybelerin
götürdüğü yerlerde, deniz kokusunu takip ettiğimiz caddelerin sonunda
bulacağımıza dair bir inanç yatıyordu. Kızları ise hemen kendi daracık felsefi
görüşümüzde, hayat tarzımızın uzun uzadıya süren dehlizlerinde yargılamış,
nefret kazıklarımızın üstüne oturtmuştuk.
Yakınlardaki
bir süpermarketten ufak sandviçler aldık ve yine o tuzlu meltem rüzgarını takip
ettik. Bu sefer karşımızda gerçekten bir deniz vardı ve zincirinden kurtulmuş
bir boğa gibi kayalıklara, dalga kıranlara çarpıyor, önünü çevreleyen parkın
içini göle çeviriyordu. Ayaklarımızın ıslanmayacağına kanaat getirdiğimiz bir
noktaya oturduk ve sandviçlerimizi yemeye başladık. Dalgalar müthiş bir şekilde
kıyıya çarpıyor, yükseliyor ve tekrar geri çekiliyordu.
John bu
sırada bir su damlası ile empati kurmuş olacak ki bana aynen şöyle söyledi:
"Düşünsene
okyanusta küçücük bir damlasın. Bu okyanus seni bazen göklere çıkartıyor, bazen
yağmurlarla geri alıyor. Hayatın zaten bir seyahat üzerine kurulu iken bile
seyahat içinde seyahat ediyorsun. Daha sonra bu okyanus seni bir kıyıya doğru,
bir iç denize doğru getiriyor. Bu iç denizde dalgalarla bata çıka bir liman
şehrine geliyorsun. Ardından hava bozuluyor, mevsim kış ve rüzgar çok sert.
Dalgalar seni kıyılara vuruyor, dalga kıranların görevini yapamadığı zamanlarda
seni önce gökyüzüne çıkartıp ardından yerlere vuruyor. Sen hala okyanusta bir damlasın.
Tesadüfün böylesi; yine büyük bir dalga ile kıyıdan geriye dönerken artçı bir
dalga seni bu liman şehrinin denizi çevreleyen bir parkına fırlatıyor. Toprak
tarafından emiliyor ve sonsuz mavilikten sonsuz karanlığa taşınıyorsun. Bu
aslında bir damlanın ölümü. İnsan ölümüyle tek bir farkı var o da şu; insan,
onu taşıyan ya da kıyıya vurmak üzere yükselten dalgalarının farkında değil.
Bunun tadını çıkarmıyor ve okyanusa tutunduğu, açık denizlere hatta kıyılara
çok uzak olduğu zamanlarda bile çok fazla şikayet ediyor. İnsan problemli,
insan hastalıklı ve doyumsuz."
Zihinlerimizin
birbirini arayan iki yapboz parçasından farksız olduğunu anladığımda John
sözlerini bitirmiş ve denize doğru bakmaktaydı. Aklımdan geçen kelimeleri bir
kağıda döksem ve John bunları okumaya kalksa, sanırım hemen hemen aynı şeyleri
biraz daha bencilce anlatırdı.
İkimiz de
denize bakar ve hiç konuşmazken, deniz sessizliğimize bir sitem eder gibi daha
da şiddetlenmişken, parkın kenarından geçen ve dalgaları kameraya çeken iki gazeteci
gördük. Bu kıyılarda ender rastlanır bir şey olmalı diye düşündüm.
"Röportaj
vermek istiyorum! Hey! Röportaj verebilir miyim?" Diye bağırdım. Halkın
çekingen tavırlarına karşın böylesine istekli birini görmüş olacaklar ki
"Tabii
hemen" diye karşılık verdiler ve fıstık gibi bir gazeteci kadın yanıma
oturdu. Kamera karşımda iken bir yandan sandviçimi yiyor, bir yandan sıcak
deniz insanlarının samimiyetine sığınarak saçma sapan konuşuyordum. İki
gezgin olduğumuzu ve güney kıyılarını bazen otostop bazen tren vasıtasıyla
gezdiğimizi söyledim. Lafın arasında kalacak bir yerimiz olmadığını da ekledim.
Tam bu sırada dev bir dalga bize ulaşmayacağını düşündüğümüz yere kadar ulaştı
ve kameraman sırılsıklam oldu. John ve gazeteci kadın hemen kalkıp koşmaya başladılar.
Ben ise anın büyüsünü yaşayıp yaşamamak konusunda bir kaç saniye kararsız
kaldıktan sonra yerimden fırladım ve diğerlerine yetiştim. İşte bu kadar.
Televizyoncular gitti. Sırılsıklam ayaklar ve deniz tuzuna bulanmış
dudaklarımızla yarım kalan bir röportajın ardından bir parkta oturuyorduk. Oysa
ki daha beş dakika önce okyanustaki bir damla ile telepati yoluyla konuşmayı
düşlüyordum.
Bu sırada
yavaş yavaş akşam çökmekteydi. Islak ve açtık. Kuruyabileceğimiz ve biraz
içebileceğimiz bir bar aradık. Sahilin karşısındaki caddede yan yana dizilmiş
barların, gece kulüplerinin önünden geçtik. Islak kaldırımlar üzerinde yükselen
topuklu ayakkabılar ve onların üzerinde yükselen kürklü cadde kızları arasında
ıslak köpekler gibi gözüküyorduk. Aradan bir caddeye daha girdik ve geleneksel
yemekler pişiren bir dükkana daldık. Sıcak ve kuru bir yer. Bir yemeği en fazla
ne kadar uzun sürede yiyebilirsek o kadar uzun sürede yedik. Kurumak için biraz
daha bekledik. Sıcak bir şeyler içtik. Üstüme çeki düzen verdik ve tekrar
barların olduğu caddeye çıktık.
Kalacak bir
yerimizin olmayışı bizi çok sıradışı bir duruma itiyordu. İçmek için hevesimiz
yoktu.
John bir
ibadethanenin zemininde yatabiliriz dedi.
Zaten
hayatım boyunca sadece yatmak için girerdim o yerlere ve sanırım bu gece de
böyle olacaktı. Kıyıda köşede kalmış bir kilise bulduk. Bahçesine girdik ve
kapısının tam önünde kendini yerdeki kilime sararak uyumaya çalışan bir evsize
rastladık. Belli ki kapı kapalıydı. Bahçede yatacak bir kaç banktan ve hasır
kilimlerden başka da bir şey yoktu ve aşırı yağmur yağıyordu. Birkaç saat evsiz
adamın karşısındaki bankta oturduk. Sık sık etrafında dönüyor. Kendini sardığı
kilimi düzeltiyor ve uyumaya çalışıyordu.
Bu sırada
adamın bir çeşit öğrenilmiş çaresizlik
içerisinde olabileceğini düşündüm. Belki de kapıyı açmayı hiç denememişti.
Kapalı olduğunu varsaymıştı. Kim bilir belki kapı açıktır ve bu gece sıcak bir
yerde rahat bir uyku çekebiliriz diye düşündüm ve John'a söyledim
Gidip kapıyı
denedi. Kapalıydı. Ortalama bir evsizden daha zeki olabileceğimiz yanılgısı
yüzümüze sert rüzgarla beraber yağmur gibi çarptı.
Daha sonra
John, bankları bir araya getirelim üstüne de hasırları serelim ve en azından
yerden yüksek bir yerde yatalım dedi. Bu fikre balıklama atladım.
Bankları,
bahçenin kısmen daha az yağmur alan ve rüzgarın ulaşmadığı bir köşeye taşıdık.
Üstüne hasır kilimleri serdik. Tüm bu gürültülü taşıma esnasında kilisenin
bahçesinde bizle beraber birkaç evsizin daha olduğunu fark ettik. Hepsi
hayranlıkla bizi izliyorlardı.
Kapıyı
denememiş olmaları değil, bu bankları bir araya getirmemiş olmaları öğrenilmiş
çaresizlik olmalıydı.
Yaptığımız
nefis "hobo" yatağının üstünde biraz vakit geçirdikten sonra birkaç bira içmek
için bahçeden ayrılmak üzere ayaklandık. Nasıl olsa yatacak yerimiz vardı ve
gece saat kaç olursa olsun geri dönüp uyuyabilirdik. Bir ibadethaneye zil zurna
sarhoş bir şekilde girmek ise şu hayatta dert edeceğimiz son şey olurdu.
Tam biz
bahçeden ayrılırken, yaptığımız yatağa en yakında duran ve yerde kilimle
beraber rulo haline gelmiş olan evsiz adam ayağa kalktı ve tüm umursamazlığı ile yatağımıza kuruldu. Artık emindik. Ortalama bir evsizden çok daha zeki
değil tam aksine aptalın önde gideniydik.
Ancak bu
durumu saniyeler ile ölçülecek derece az süre kafama taktım. Sonuçta evim gibi
hissettiğim bir yere dönüyorduk. Barlara...
Yorumlar
Yorum Gönder