John
uyuyor...
Uyuyorum...
Uyanıyorum...
John
uyuyor...
Sonunda
kendimdeyim. Surat ifademin ne durumda olduğu umurumda bile değil. İnsanların
gözlerinin ta içine bakarak, onları gözlemliyorum. Notlar alıyorum. Onları
aklımda farklı kalıplara sokup çıkartıyorum, bazen öldürüyorum, bazense hiç
doğurmuyorum.
John
uyuyor...
Ben
kendimdeyim...
Treni
keşfediyorum...
Ardımıza
sıralanmış vagonları eski, kırmızı bir lokomotif çekiyordu ancak ben bu
kompartıman görevlisinin suratını daha fazla çekemiyordum.
Yine uyuyor
ve uyanıyordum.
Her durak
arası 15 dakika. Kıvrıla kıvrıla tünelleri doldurup boşaltan bu dev metal yılan
adeta bir otobüs gibi yolcu indirip bindiriyor. Bavulunu kapıp binen için
yolculuk, taşralı bir kadının
hüznünü de içinde barındıran hasır örme sepetlerini yakalayıp inen
işçiler ve yaşlı kadınlar için ise hayatın çilesi kaldığı yerden devam
ediyordu.
Bense
ülkenin güney yakasına inen öğlen güneşinin camdan içeri girmesine izin veriyor
ve onun tadını çıkarıyordum.
Tren yıkık
dökük kerpiç evlerle sokaklar oluşturmuş köylerin içinden çıkıyor, yine köhne
gecekonduların arasından süzülerek bir sonraki durağa varıyordu.
Her
istasyonda trene binmek için ya da bir yakınını karşılamak için bekleyenler,
önlerinden birer defile sahnesi gibi geçip giden vagonlara bakıyor ve
yolcularla göz göze geliyorlardı. Kır çiçeklerinin boynu, kırların hüznünden
büküktür derlerdi de inanmazdım.
Bu dev metal
yılanı saran bu koca hüzünden kaçamayıp tam kendi içime doğru sonsuz bir
kara delik açıp ölümümü hazırlayacakken. Tren son istasyona ulaştı. Şimdi
heybeyi sırtlanıp şehre karışma vakti...
Tren garının
yakınlarında burnunuzun direğini oya oya deviren karışık parfüm kokularından
başka bir şey vaat etmeyen bir alışveriş merkezine girdik. Bomboş koridorlarda,
yakıcı ışıkların altında nereye gittiğini, ne yaptığını bile bilmeyen bir grup
insanın oradan oraya sürüklenişini izledik. İçecek bir şeyler ve sigara
aldıktan sonra çıktık. altı saat boyunca trende gelirken içimizi ısıtan güneş,
yerini kapalı bir havaya ve hafiften çiseleyen yağmura bırakmıştı. Karşıdan gelen
bir adam elindeki köpek tasmasını bize uzattı ve kahve almaya gideceğini,
köpeğe birkaç dakika bakıp bakamayacağımızı sordu. Depresif zamanları olan her
erkek bilir ki, yol buhranı libido ile her zaman ters orantılıdır ve tatlı
köpekler -ki kıçınızdan küçük bir parça koparıp çiğnemek istemeyen her köpek
tatlıdır- tam bir kadın mıknatısıdır. Biraz uzaktan elinde çirkin bir çocukla
çıkıp gelen güzel bir kadın köpeği sevmek istedi. Biz de izin verdik. Hemen
köpeğe bir isim verdim ve o isimle seslendim. Rol yapıyordum. Hayatımın çok az
anında yapmadığım bir şeydi benim için ve çok normaldi. Kadın köpeği biraz
sevdikten sonra çocuk huysuzlaştı ve gittiler. Mıknatısın kuvvetini arttırmalı dedi John ve köpeği kaldırıp alt takımlarını ortasında bulunduğumuz meydanda
etrafa sallamaya başladı. Beklenmedik anlarda absürt hareketleri bulunan bir
adamdı John. Bu yüzden yol arkadaşımdı ya zaten...
Köpekten
kurtulup şehrin içine doğru devam ettik. Ortasından nehir akan güzel bir
şehirdi burası. Nehrin ortasında yükselen taştan bir köprü vardı. Ayaküstü
gömlek ve pantolon satan küçük, kara bıyıklı, kirli sakallı adamlar vardı.
Kafalarındaki bereyi alnına kadar
indirmiş esmer birkaç adam da aptal çocuklar için aptal oyuncaklar satıyordu.
Yiyecek bir şeyler aradı gözüm. Alt takımlarını karıştırdıktan sonra eliyle
ocağın üstündeki ekmeği çeviren bir adam gördüm. Ekmek arası bir şeyler pişirip
satıyordu. Hadi şuradan yiyelim dedim John'a. Pis olduğunu bildiğim her şeyin
her zaman lezzetli oluşu hayattaki en büyük numaralardan biriydi.
Bile bile
lades. Kandırılmak istiyordum çünkü. Hiçbir şeyi titizlikle düşünmemek, akışın
nereye varacağını hesap etmemek, belirsiz bir geleceğe doğru adım adım gitmek
ve onun yersiz endişesini taşımak çok lezzetliydi. İşte ben ve John böyleydi. Sonunun
nereye gittiğini bilmediğimiz bir yol varsa, kesinlikle oraya girmeliydik.
Köprüden
indik ve kaosun içinde bulduk kendimizi. Daracık kaldırımlarda pusuya yatmış
hırçın köpekler ve küçük motosikletler olabildiğince sıkıştırıyordu yolu.
Gidecek bir yerimiz yoktu. Kapalı alanlara tıkılıp kalmaktan hoşlanmıyorduk.
Deniz esintisini andıran rüzgarın ardına takıldık. Nemli bir koku
şenlendiriyordu burnunuzu. Caddeler boyu yürüdük, duvarlardan atladık, güzel
kızlara takıldık, gökyüzüne baktık ve yeryüzüne lanet okuduk. Sonunda nehrin
ağzına vardık. Köprü bacaklarının direncine direnç gösteren bir akarsuyun
önünde oturduk. Üzerimize yağmaya başlayan yağmura aldırmadan sigara içiyor,
sohbet ediyorduk.
Bu şehir
güzel dedim, çok güzel. Ancak her zaman olduğu gibi insanlar kötü. İnsanlar çok
kötü.
Haklısın
Jack dedi. Sigarasından derin bir nefes aldı ve başını gökyüzüne çevirip
haklısın dedi.
"İnsanlar
çekilmez oldular artık. Her an bir tanesi sanki seninle iletişime
geçebilecekmiş gibi duruyor ve bu olduğum yerde anksiyetemi daha da
arttırıyor"
İletişim
iyidir aslında dedim. "Ancak pragmatik bir iletişim olursa iyidir.
Karşımdan geçen altmışlık bir moruğun geçkin öğütleri bana hiçbir pragmatik fayda
sağlamıyor. Ben kazan-kazan ilişkisinin kölesiyim."
John
oturduğu yerde hızla haritayı açtı ve merkez park denilen bir yer var dedi.
"Oraya
gidelim"
Şimdi de
merkez parka doğru gidiyorduk. Yol üstünde şehrin sinema tarihi üzerine
kurulmuş bir müze vardı. İçeri girip ziyaretçi defterine bir şeyler karalamadan
duramadık. Adımı soyadımı ve kendi kendime taktığım -aslında çaldığım-
mahlasımı da yanına ekledim.
"Jack
Levi" (Supertramp)...
İmzamı da
attıktan sonra yukarı çıktım ve müzeyi gezmeye başladım. John arkamdan geldi.
Bir müzeyi görmüş olmaktan çok yağmurun altından kurtulmuş olmak ve biraz
ısınmış olmak için bu yere girdiğimizi ikimiz de biliyor ve birbirimize bunu
hissettiriyorduk. Sıcak klimanın altında biraz daha sohbet edip eski eşyalara
bakar gibi olduktan sonra dışarı çıktık.
Merkez parka
devam ettik. Kocaman bir parktı. Büyük palmiye ağaçlarıyla çevrili banklar,
çocuk parkları ve uzun uzadıya caddelerin kesişim noktalarını çevreleyen çimler
vardı. Bir köşeye oturduk.
Üniversiteden
bir arkadaşımız vardı. Louis...
Onu aradık
ve yanımıza çağırdık. Bize bir şeyler ısmarlayabilir, kalacak bir yer
ayarlayabilirdi. Buluşup bir bara oturduk ve içmeye başladık. Louis bize
kalacak bir yer ayarlamak için yoğun bir telefon trafiğine dalarken John ve ben
birbirimize boş bakışlar atıyorduk.
Sıkılmıştım. Gerçekten sıkılmıştım.
Yine bir şehri, bir eylemi ya da tüm bunların
oluş sebebini sonsuz hevesimin çöplüğünde bir değirmen gibi öğütüp çöpe
atmıştım. Bu değirmen çok acımasızdı. Bir yerde bir mevsimden fazla kalmama
asla imkan vermiyor. İçten içe beni boğuyor ve ona kurban edilecek başka bir
heves vermezsem bizzat kendi benliğimi öğütmeye başlıyordu. Bu kendi kendime
yaptığım muazzam bir itiraf aslında. Çünkü inkar etmenin dayanılmaz hafifliği
benim gibi biri için acil çıkış kapısı kadar elzem bir şeydi.
Louis hiçbir
şey bulamadı. Onlarca telefon, mesaj... sonuç sıfır. Biraz John şansını denedi.
Ülkenin bir ucuna bile telefonlar edildi sonuç sıfır. Sonra internet üzerinden
gezginlere ücretsiz kalacak yer ayarlayan, hatta kendi evlerini bile açan bir
grup insanın içinde bulunduğu bir oluşuma mesaj attım.
2 kişi, bu
gecelik kalacak yer. Yardım edin!
Orta yaşlı
bir adam evine aldı bizi. Bu şehirliydi ve standart bir tip gibi görünüyordu.
Yemek yiyip evine gittik. Bizi karşıladı, sıcak bir şeyler içtik, birkaç dal
bedava sigara ve yatış. Kalın yorganların altında soğuk bir odada..
Sabah küçük
bir kahvaltı ve bol şekerli bir kahve.
Ardından evi
terk ettik. Elveda standart tipteki orta yaşlı adam. Her şey için teşekkürler.
Basit bir tecrübeydi.
Dün akşam
içinden geçtiğimiz bir parkta kızını pazarlayan çirkin suratlı teyze bile
davetkar bakışlarıyla -kızının aksine- içimi daha çok heyecanlandırıyordu.
Dışarıda
deli gibi yağmur yağıyordu. Güney yağmurlarının huyu, başladığı andan bitene
kadar günler geçmesiymiş. Bu da basit bir tecrübeydi. Ancak donumuza kadar ıslandığımız yürüyüşlerimiz için aynı şeyi söyleyemem.
Bir sonraki
şehre geçmeye karar verdik. Rotamızdan epey sapmıştık. Bu şehrin bizden alacağı
olsun. Tekrar dönüp caddeler boyu uzanan palmiye ağaçlarının altına yatıp şarap
içeceğimizi ümit ederek rotamızı değiştirdik ve yaklaşık üç gün sonra gitmek
üzere planladığımız şehre doğru erken bir yolculuğa çıktık.
Bir otobüse
binip tren garına geldik. Standart adamın evinden aşırdığım iki dal sigarayı
içtik John ile. Sigaramı üflerken palmiye ağaçlarına bakıyordum. Uzun
boylarının üzerinde kalmış bir avuç yaprakları, yağmur altında ıslanmış beyaz
tenli, ince boyunlu bir kadını andırıyordu. Saçları ıslak ve her an sıcak
koynuna kıvrılıp seninle hiç konuşmadan saatlerce yatacak bir kadın gibiydi.
Böylesini hiç tanımamıştım. Hoş... Böyle bir palmiye ağacı da hiç görmemiştim
aslında.
Tren
garından içeri girdik.
"Cehennemin
dibine de olsa iki bilet lütfen"
Biletler
kesildi bozukluklar birleştirildi ve sırf bizim gibi gezginler ya da şehrin
sillesini yemiş evsizler gecelemesin diye özenle tasarlanmış bir bekleme
salonuna girdik.
25 dakika
sonra trene binmek için yukarı çıktık. İçimi kıpır kıpır eden dağ manzaraları
görmeyi, biraz uyumayı ya da oturduğum koltukta esneyip, gerilip alt
takımlarımı havalandırmayı düşünüyordum.
Trenin
gelmesine son birkaç dakika kala merdivenleri tırmanan iki pilici farketti
John. Tam güney kızlarıydı. Güzel, çekici ve davetkar. John kızları inceliyor
bense etrafa bakınıyordum.
John,
onların da bizi incelediğini, trende bir şeyler yapabileceğimizi, sevişmek için
bir sonraki şehre gitme zahmetine katlanmamız gerekmediğini söylüyordu. Ancak
güneyde bu işler nasıl yürür bilmiyorduk. Hayatımızın ve yolun gidişatının
aksine bu sefer planlı olmalıydık. Trenden indikten sonra bir şeyler deneyelim
dedik ve kıçımızın altından hızla akan raylara bıraktık kendimizi.
Bu şehirde pilicler sadece gar ve otogarlarda mi görülüyor? Bu şehirli tanıdıklarda nesi? 10 liralık olsun, bizim olsun.
YanıtlaSilYaşamaya değer yerlerin farkının gün gibi ortada olduğu bir şehri görmeden önceki aptal bir duraksama şehriydi. Yorum için teşekkürler. Piliçler için ise, lanet olsun onlara.
Sil