Rayların Üzerinde (Bölüm 2) "Dev Metal Yılan"



John uyuyor...

Uyuyorum...

Uyanıyorum...

John uyuyor...

Sonunda kendimdeyim. Surat ifademin ne durumda olduğu umurumda bile değil. İnsanların gözlerinin ta içine bakarak, onları gözlemliyorum. Notlar alıyorum. Onları aklımda farklı kalıplara sokup çıkartıyorum, bazen öldürüyorum, bazense hiç doğurmuyorum.

John uyuyor...

Ben kendimdeyim...

Treni keşfediyorum...

Ardımıza sıralanmış vagonları eski, kırmızı bir lokomotif çekiyordu ancak ben bu kompartıman görevlisinin suratını daha fazla çekemiyordum.
Yine uyuyor ve uyanıyordum.


Her durak arası 15 dakika. Kıvrıla kıvrıla tünelleri doldurup boşaltan bu dev metal yılan adeta bir otobüs gibi yolcu indirip bindiriyor. Bavulunu kapıp binen için yolculuk,  taşralı bir  kadının   hüznünü de içinde barındıran hasır örme sepetlerini yakalayıp inen işçiler ve yaşlı kadınlar için ise hayatın çilesi kaldığı yerden devam ediyordu.

Bense ülkenin güney yakasına inen öğlen güneşinin camdan içeri girmesine izin veriyor ve onun tadını çıkarıyordum.

Tren yıkık dökük kerpiç evlerle sokaklar oluşturmuş köylerin içinden çıkıyor, yine köhne gecekonduların arasından süzülerek bir sonraki durağa varıyordu.

Her istasyonda trene binmek için ya da bir yakınını karşılamak için bekleyenler, önlerinden birer defile sahnesi gibi geçip giden vagonlara bakıyor ve yolcularla göz göze geliyorlardı. Kır çiçeklerinin boynu, kırların hüznünden büküktür derlerdi de inanmazdım.

Bu dev metal yılanı saran bu koca hüzünden kaçamayıp tam kendi içime doğru sonsuz bir kara delik açıp ölümümü hazırlayacakken. Tren son istasyona ulaştı. Şimdi heybeyi sırtlanıp şehre karışma vakti...


Tren garının yakınlarında burnunuzun direğini oya oya deviren karışık parfüm kokularından başka bir şey vaat etmeyen bir alışveriş merkezine girdik. Bomboş koridorlarda, yakıcı ışıkların altında nereye gittiğini, ne yaptığını bile bilmeyen bir grup insanın oradan oraya sürüklenişini izledik. İçecek bir şeyler ve sigara aldıktan sonra çıktık. altı saat boyunca trende gelirken içimizi ısıtan güneş, yerini kapalı bir havaya ve hafiften çiseleyen yağmura bırakmıştı. Karşıdan gelen bir adam elindeki köpek tasmasını bize uzattı ve kahve almaya gideceğini, köpeğe birkaç dakika bakıp bakamayacağımızı sordu. Depresif zamanları olan her erkek bilir ki, yol buhranı libido ile her zaman ters orantılıdır ve tatlı köpekler -ki kıçınızdan küçük bir parça koparıp çiğnemek istemeyen her köpek tatlıdır- tam bir kadın mıknatısıdır. Biraz uzaktan elinde çirkin bir çocukla çıkıp gelen güzel bir kadın köpeği sevmek istedi. Biz de izin verdik. Hemen köpeğe bir isim verdim ve o isimle seslendim. Rol yapıyordum. Hayatımın çok az anında yapmadığım bir şeydi benim için ve çok normaldi. Kadın köpeği biraz sevdikten sonra çocuk huysuzlaştı ve gittiler. Mıknatısın kuvvetini arttırmalı dedi John ve köpeği kaldırıp alt takımlarını ortasında bulunduğumuz meydanda etrafa sallamaya başladı. Beklenmedik anlarda absürt hareketleri bulunan bir adamdı John. Bu yüzden yol arkadaşımdı ya zaten...


Köpekten kurtulup şehrin içine doğru devam ettik. Ortasından nehir akan güzel bir şehirdi burası. Nehrin ortasında yükselen taştan bir köprü vardı. Ayaküstü gömlek ve pantolon satan küçük, kara bıyıklı, kirli sakallı adamlar vardı. Kafalarındaki bereyi  alnına kadar indirmiş esmer birkaç adam da aptal çocuklar için aptal oyuncaklar satıyordu. Yiyecek bir şeyler aradı gözüm. Alt takımlarını karıştırdıktan sonra eliyle ocağın üstündeki ekmeği çeviren bir adam gördüm. Ekmek arası bir şeyler pişirip satıyordu. Hadi şuradan yiyelim dedim John'a. Pis olduğunu bildiğim her şeyin her zaman lezzetli oluşu hayattaki en büyük numaralardan biriydi.

 Bile bile lades. Kandırılmak istiyordum çünkü. Hiçbir şeyi titizlikle düşünmemek, akışın nereye varacağını hesap etmemek, belirsiz bir geleceğe doğru adım adım gitmek ve onun yersiz endişesini taşımak çok lezzetliydi. İşte ben ve John böyleydi. Sonunun nereye gittiğini bilmediğimiz bir yol varsa, kesinlikle oraya girmeliydik.

Köprüden indik ve kaosun içinde bulduk kendimizi. Daracık kaldırımlarda pusuya yatmış hırçın köpekler ve küçük motosikletler olabildiğince sıkıştırıyordu yolu. Gidecek bir yerimiz yoktu. Kapalı alanlara tıkılıp kalmaktan hoşlanmıyorduk. Deniz esintisini andıran rüzgarın ardına takıldık. Nemli bir koku şenlendiriyordu burnunuzu. Caddeler boyu yürüdük, duvarlardan atladık, güzel kızlara takıldık, gökyüzüne baktık ve yeryüzüne lanet okuduk. Sonunda nehrin ağzına vardık. Köprü bacaklarının direncine direnç gösteren bir akarsuyun önünde oturduk. Üzerimize yağmaya başlayan yağmura aldırmadan sigara içiyor, sohbet ediyorduk.

Bu şehir güzel dedim, çok güzel. Ancak her zaman olduğu gibi insanlar kötü. İnsanlar çok kötü.

Haklısın Jack dedi. Sigarasından derin bir nefes aldı ve başını gökyüzüne çevirip haklısın dedi.

"İnsanlar çekilmez oldular artık. Her an bir tanesi sanki seninle iletişime geçebilecekmiş gibi duruyor ve bu olduğum yerde anksiyetemi daha da arttırıyor"

İletişim iyidir aslında dedim. "Ancak pragmatik bir iletişim olursa iyidir. Karşımdan geçen altmışlık bir moruğun geçkin öğütleri bana hiçbir pragmatik fayda sağlamıyor. Ben kazan-kazan ilişkisinin kölesiyim."

John oturduğu yerde hızla haritayı açtı ve merkez park denilen bir yer var dedi.
"Oraya gidelim"

Şimdi de merkez parka doğru gidiyorduk. Yol üstünde şehrin sinema tarihi üzerine kurulmuş bir müze vardı. İçeri girip ziyaretçi defterine bir şeyler karalamadan duramadık. Adımı soyadımı ve kendi kendime taktığım -aslında çaldığım- mahlasımı da yanına ekledim.

"Jack Levi" (Supertramp)...

İmzamı da attıktan sonra yukarı çıktım ve müzeyi gezmeye başladım. John arkamdan geldi. Bir müzeyi görmüş olmaktan çok yağmurun altından kurtulmuş olmak ve biraz ısınmış olmak için bu yere girdiğimizi ikimiz de biliyor ve birbirimize bunu hissettiriyorduk. Sıcak klimanın altında biraz daha sohbet edip eski eşyalara bakar gibi olduktan sonra dışarı çıktık.

Merkez parka devam ettik. Kocaman bir parktı. Büyük palmiye ağaçlarıyla çevrili banklar, çocuk parkları ve uzun uzadıya caddelerin kesişim noktalarını çevreleyen çimler vardı. Bir köşeye oturduk.

Üniversiteden bir arkadaşımız vardı. Louis...
Onu aradık ve yanımıza çağırdık. Bize bir şeyler ısmarlayabilir, kalacak bir yer ayarlayabilirdi. Buluşup bir bara oturduk ve içmeye başladık. Louis bize kalacak bir yer ayarlamak için yoğun bir telefon trafiğine dalarken John ve ben birbirimize boş bakışlar atıyorduk.

 Sıkılmıştım. Gerçekten sıkılmıştım.
 Yine bir şehri, bir eylemi ya da tüm bunların oluş sebebini sonsuz hevesimin çöplüğünde bir değirmen gibi öğütüp çöpe atmıştım. Bu değirmen çok acımasızdı. Bir yerde bir mevsimden fazla kalmama asla imkan vermiyor. İçten içe beni boğuyor ve ona kurban edilecek başka bir heves vermezsem bizzat kendi benliğimi öğütmeye başlıyordu. Bu kendi kendime yaptığım muazzam bir itiraf aslında. Çünkü inkar etmenin dayanılmaz hafifliği benim gibi biri için acil çıkış kapısı kadar elzem bir şeydi.


Louis hiçbir şey bulamadı. Onlarca telefon, mesaj... sonuç sıfır. Biraz John şansını denedi. Ülkenin bir ucuna bile telefonlar edildi sonuç sıfır. Sonra internet üzerinden gezginlere ücretsiz kalacak yer ayarlayan, hatta kendi evlerini bile açan bir grup insanın içinde bulunduğu bir oluşuma mesaj attım.

2 kişi, bu gecelik kalacak yer. Yardım edin!

Orta yaşlı bir adam evine aldı bizi. Bu şehirliydi ve standart bir tip gibi görünüyordu. Yemek yiyip evine gittik. Bizi karşıladı, sıcak bir şeyler içtik, birkaç dal bedava sigara ve yatış. Kalın yorganların altında soğuk bir odada..

Sabah küçük bir kahvaltı ve bol şekerli bir kahve.
Ardından evi terk ettik. Elveda standart tipteki orta yaşlı adam. Her şey için teşekkürler.

 Basit bir tecrübeydi.
Dün akşam içinden geçtiğimiz bir parkta kızını pazarlayan çirkin suratlı teyze bile davetkar bakışlarıyla -kızının aksine- içimi daha çok heyecanlandırıyordu.

Dışarıda deli gibi yağmur yağıyordu. Güney yağmurlarının huyu, başladığı andan bitene kadar günler geçmesiymiş. Bu da basit bir tecrübeydi. Ancak donumuza kadar ıslandığımız yürüyüşlerimiz için aynı şeyi söyleyemem.

Bir sonraki şehre geçmeye karar verdik. Rotamızdan epey sapmıştık. Bu şehrin bizden alacağı olsun. Tekrar dönüp caddeler boyu uzanan palmiye ağaçlarının altına yatıp şarap içeceğimizi ümit ederek rotamızı değiştirdik ve yaklaşık üç gün sonra gitmek üzere planladığımız şehre doğru erken bir yolculuğa çıktık.

Bir otobüse binip tren garına geldik. Standart adamın evinden aşırdığım iki dal sigarayı içtik John ile. Sigaramı üflerken palmiye ağaçlarına bakıyordum. Uzun boylarının üzerinde kalmış bir avuç yaprakları, yağmur altında ıslanmış beyaz tenli, ince boyunlu bir kadını andırıyordu. Saçları ıslak ve her an sıcak koynuna kıvrılıp seninle hiç konuşmadan saatlerce yatacak bir kadın gibiydi. Böylesini hiç tanımamıştım. Hoş... Böyle bir palmiye ağacı da hiç görmemiştim aslında.

Tren garından içeri girdik.

"Cehennemin dibine de olsa iki bilet lütfen"

Biletler kesildi bozukluklar birleştirildi ve sırf bizim gibi gezginler ya da şehrin sillesini yemiş evsizler gecelemesin diye özenle tasarlanmış bir bekleme salonuna girdik.

25 dakika sonra trene binmek için yukarı çıktık. İçimi kıpır kıpır eden dağ manzaraları görmeyi, biraz uyumayı ya da oturduğum koltukta esneyip, gerilip alt takımlarımı havalandırmayı düşünüyordum.

Trenin gelmesine son birkaç dakika kala merdivenleri tırmanan iki pilici farketti John. Tam güney kızlarıydı. Güzel, çekici ve davetkar. John kızları inceliyor bense etrafa bakınıyordum.
John, onların da bizi incelediğini, trende bir şeyler yapabileceğimizi, sevişmek için bir sonraki şehre gitme zahmetine katlanmamız gerekmediğini söylüyordu. Ancak güneyde bu işler nasıl yürür bilmiyorduk. Hayatımızın ve yolun gidişatının aksine bu sefer planlı olmalıydık. Trenden indikten sonra bir şeyler deneyelim dedik ve kıçımızın altından hızla akan raylara bıraktık kendimizi. 

Yorumlar

  1. Bu şehirde pilicler sadece gar ve otogarlarda mi görülüyor? Bu şehirli tanıdıklarda nesi? 10 liralık olsun, bizim olsun.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yaşamaya değer yerlerin farkının gün gibi ortada olduğu bir şehri görmeden önceki aptal bir duraksama şehriydi. Yorum için teşekkürler. Piliçler için ise, lanet olsun onlara.

      Sil

Yorum Gönder