Aşırı Doz Tanrı Tedavisi (Bölüm 4)


Annemin mezarının başına geldim. Toplum tarafından yenmesi zorunlu kılınan yiyecekler yenmiş. Çeşitli törenler yapılmış, dualar okunmuş ve kalabalık dağılmıştı. Yalnızca beni bekleyen ve geç kaldığım için gözleriyle yargılamak üzere sonsuz bir heves içinde olanlar kalmıştı.

Gitmelerini söyledim. Beni duymadılar ya da duymamazlıktan geldiler. Bilmiyorum... Bağırdım, küfür ettim, yakalarından tutarak itikledim. Yapmak istedikleri asil görevi yerine getirdiklerini düşündüklerinden olsa gerek, hepsi gitti.

Kısa sürede kendimden geçmiştim.

Annemi son kez görmeye gelmiştim ama onu göremiyordum ki. Toprağın altındaydı. O da yetmezmiş gibi tahta bir tabutun içinde beyaz bir beze sarılıydı. Ayaktan başa bembeyaz bir beze.
Yani bu annemi son görüşüm değildi aslında. Onu son görüşüm; hatırlamadığım uzak bir geçmişteydi sanırım. En çok bu canımı yakıyordu.

Mezarının başına eğildim. Çantamı sırtımdan çıkardım ve yanımda getirdiğim bir şişe suyu mezarına döktüm. Toprağı avuçladım ve geri bıraktım. İki elimle tekrar avuçlayıp geri bıraktım. Bunu defalarca tekrarladım.
Gözlerimden anlamsız yaşlar süzülüyordu. Birkaçını dirseğimle sildim. Ellerim çamur içindeydi.
Toprak şişkindi. Göğsümü üzerine yasladım. Birkaç gündür uyuyamadığım için kendimi çok yorgun hissettim. Toprağın kokusu beni uyuşturuyordu. Toprakta bir çeşit Tanrı tedavisi vardı belki de... Bilmiyordum.

Bu dünyaya bir amaç için gönderildiğimi düşünecek kadar kendini önemseyen biri değilim ben anne. Ancak beni on beş gün erken dünyaya getirmişsin. Ne acelen vardı? Benden kurtulmak istemiş olduğunu düşündüm yıllarca. Beni neden büyüttün o zaman? Ben neden kaçtım senden? Neden sevemedik birbirimizi?

Dünyada milyarlaca insan var anne. Hepsi bir çentik atmaya çalışıyor bu izbe kerhaneye.  Kimi üretiyor, çoğunluğu tüketiyor. Kimi çok çalışıyor, kendi kendini tüketiyor. Kimi aylaklık etmek için burada. Ama hepsi tükeniyor sonunda. Ben tükeniyorum. Sen çoktan tükendin.
Her gece evime girip beni rahatsız eden bir kadın var. Kendi kendini tüketmiş. Karşı komşum Nihal hanım tüketirken tükenmiş. Ben de senin karnında senin tükenişini başlattım da beni o yüzden mi çıkarıp atmak istedin o narin vücudundan?
Şimdi içerisinden çıktığım, ayağımı dışarı uzatıp dönen dünyaya eşlik etmek üzere dönülmez bir hataya karıştığım bu bedenin, iki kolumun arasında göğsümün altındaki bu toprakta yatıyor. Neden yanına gelemiyorum? Neden yanına göndermiyorlar beni?

Ancak bu, bilirim ki ömrün boyunca yarım yamalak inandığın Tanrının bir tedavisidir senin için. Ne de çok acı çekiyordun tüketirken hayatını.

Şimdi sona erdi işte.

Hala oralarda bir yerdeyse Tanrıya selamımı ilet. Hala yaşıyorsa o da kabul etsin seni.
Hala yaşıyorsa diyorum. Çünkü öldürdüm onu. Kendi içimde tükettim. Onu öldürdüm öldüreli, ölümün ne olduğunu unuttum. İnsanlar ölüyor mu bilmiyorum. Anlamıyorum. Ama sen ölmüşsün belli.

Hoşçakal anne. Sonsuza dek...
.
.
.
.
.
.
.
.

Taziye evinin çevresinde onlarca insan vardı. Yüzlerine bile bakmadan uzun zaman önce terkettiğim bu eve girdim. Bir apartman dairesiydi. Kapının önünde onlarca ayakkabının arasından usulca süzüldüm. Odama yöneldim. Yıllar önce bıraktığım gibi değildi. Bir çeşit depo olarak kullanmışlar. Kalın kadife perdem sonuna kadar çekilmiş. Cam hafif aralanmış. İçeri giren hava ciğerlerimi yakıyor. Göz bebeklerim acıyor. Başım ağrıyor ve göz torbalarım yavaş yavaş seyiriyordu.
Salonda babamla ve büyük kız kardeşimle karşılaştım. Kız kardeşim harap bir haldeydi, bana çok sinirliydi. Beni görür görmez odasına gitti. Arkasından ufak adımlarla kuzenlerim... Babam, başını öne eğmiş, eninde sonunda beyazlamış saçları ve büzülmüş dudakları ile halıyı izliyordu. Kapıdan birkaç saniye bakakaldım ona. Sonra evi terk ettim. Geldiğim otobüsle geri döndüm.

Eve gitmek istemiyordum. Yalnız kalmak istemiyordum. Kafamın içerisindeki kurt yeniden canlanmıştı. Uzun zaman önce öldürdüğüm o kurma makineli kurtun tüm damarlarına kan enjekte ediliyordu adeta. Kafamın içinde bir çeşit yeniden canlandırma operasyonu gerçekleşiyordu.

Tekrar konuşmaya başlaması uzun sürmezdi. Yalnız kalmamalıydım. Yalnız kalmak benim için ölümle eşdeğer durumdaydı. Ama ölüm neydi bilmiyordum. Hiç tatmamış, hiç tattırmamıştım.

Şehir merkezinde bir otele gittim. Doktorlar caddesindeki erotik shop'un üst katındaki otele girdim.
Resepsiyonist kadın hoşgeldiniz dedi. Beni tanıyor gibiydi. Bense onu ilk defa görüyordum. Bir anahtar alıp odama çıktım. Duş aldım ve uyumak için yatağa gömüldüm.
Uyuyamadım. Kurt çoktan konuşmaya başlamış, kafamın içinde bin  bir düşünceyi aynı anda doğurmaya çalışıyor ve beni rahatsız ediyordu.

Çoktan gece yarısı olmuştu. Biraz dolaşmak için dışarı çıktım. Bir şişe şarap aldım. Şehrin içinden akıp geçen bir suyun kenarına oturdum. Yudumlamaya başladım. Birkaç saat sonra uykuya dalar gibi oldum. Ayaklanıp otele dönmek istedim. Ayağa kalktığım gibi yere düştüm. Tekrar kalktım. Tekrar düştüm. Kafam her seferinde yere daha sert çarpıyor. Bileklerim ve dirseklerim her seferinde daha da hararetli kanıyordu. Hoşuma gitmeye başladı.

Son kez ayaklandım ve bu sefer başardım. Kafamı çarpmadığım için yüzümde hafif bir burukluk ile ayaklarımı yerde sürümeye çalıştım. Yanlış yöne gittiğimi fark ettiğimde artık çok geçti.

Burnuma dolan buz gibi suyu hissettiğimde, ayaklarım bir yandan yanıyor, bir yandan donuyordu. Boğazıma kaçan litrelerce su karnımı birkaç saniye içerisinde şişirdi. Kulaklarımdan giren su, beynimi adeta buzdan bir bıçakla doğruyordu.

Çırpınmayacak kadar isteksiz ve yorgundum. Uykum vardı. Kendimi bıraktım. Yavaş yavaş dibe çöküyordum...


















Yorumlar