Yol Buhranı (Final) "Hortlağın Gecesi"



Radyoda "Toto - Africa" çalıyordu.
Ilık bir Meksika akşamında Jack buzlu bir tekilayı gırtlağından içeriye doğru binbir türlü beladan habersiz sürüklüyordu.

Üç gündür bir pansiyonda kalıyorlardı. Jack bahçedeki masada otururken Paul, acı çığlıklar içinde ayakları sırtına vururcasına koşarak Jack'in yanına geldi.

"Joe! Joe! sıtma*ya yakalanmış Jack! Sıtmaya yakalanmış. Sabahtan beri yatağından çıkmıyordu. Şimdi ateşler içinde dört dolanıyor ve sanki büyük annem kadar felçli. Hareket etmiyor, konuşmuyor, yutkunarak nefes alıyor ve sürekli terliyor. Jack! Joe ölüyor."

İkisi de koşar adımlarla yukarı çıktılar ve ter içinde yarı baygın yatan Joe'nin yanına vardılar.

Joe hırıltılar içinde birkaç kelime etmeye çalıştı.

"Meksika, Meksika dostum. Bu uyuz geceler ve ağzımdan dökülecek son heceler artık bu maceranın ve yarım kalmış devrimin sonunu hazırlayacak sözlerdir.
Şimdi beni iyi dinleyin. Yarın sabaha bir avuç mecalim kalmış olursa eğer buradan Boston'a kadar giden bir tren var. Ona atlayacağız. Kaçak ve cesurca."

"Tren tam karşımızdan gelirken onu sağımıza alıp sırtımızı döneceğiz. Tren beş adam boyu yaklaştığında koşmaya başlayacağız ve tam yanımıza gelmek üzereyken iyice hızlanacağız. Tren artık bizimle paralel duruma geldiğinde ise son hızımıza ulaşacağız ve üç vagon yanımızdan nehir gibi akıp geçerken kendimizi beşinci vagonun kıyık kapısından içeri atacağız. Çantalarımız ve biz tamamen içeride olduğumuzda artık Boston'a açık gidiş bir biletimiz olmuş olacak ve ben Boston'da öleceğim."

Jack ve Paul bu fikri hemen kabul ettiler. Zaten başka çareleri de yoktu. Yol onları yormuş ve tüketim hızlarına yetişemeden heyecanını yok etmişti.
Böylesine büyük heyecanlarla çıkılan birçok yolculuğun bu kadar boktan sebeplerle biteceği tecrübeyle sabitti.
Ertesi sabah Joe henüz ölmemişken yola koyuldular.
Trene atladılar ve ardından uzun uzadıya bir yolculuğun sonunda Boston'a giden rayların üzerinde tıngırdıyorlardı.

Yanlarından akıp giden kadim ağaçlar, yaşlı ve sessiz ovalar, çağlayan dereler, hırçın nehirler ve kurumaya yüz tutmuş akarsular bile yüzlerini güldürmüyordu. 

Boston'a vardılar. Tam dokuz saat sürdü yolculuk ve eski bir banliyöde döküldüler şarap kokan vagondan.

Paul ve Jack, Joe'yu evine bıraktı. Joe yalnız yaşıyordu. Ancak Paul sıtma diye boşuna heyecan yapmış olacak ki Joe'nun çektiği sümüklü burnundan başka bir rahatsızlığı yoktu. Toparlanmış gözüküyordu. Her biri zaten birbirlerini o kadar çok uzun zamandır görüyordu ki, Joe'nun evinden ayrılırken veda bile etmeden şehrin dört bir tarafına dağıldılar.

Jack kentin diğer ucundaki izbe bir parkta arkadaşlarıyla şarap içmeye gitti. Ertesi sabah başına gelecek olanlar sanki nöbet tutar gibi boğazına düğüm düğüm dizilmişlerdi

Güzel bir akşam geçiriyordu ve arkadaşları şehrin merkezine doğru gitmeyi, orada bir şeyler yemeyi teklif etti.

Ancak Jack'in yerinden kalkıp gidecek hali bile yoktu. Karnının acıktığını hissetti. Acı şarap ile açlığını bastırmaya çalışırken bir daha asla acıkmamayı diledi.
 Kafası ateşler içinde dağlanan bir yara gibi sızlıyor ve alnında müthiş bir baskı hissediyordu. Uzandığı çimlerin onu alıp götürmesini, uzak dağlarda dolanan başıboş bir keşişle buluşturmasını diliyordu.  

 Joe  şimdi ne  yapıyordu acaba. Ayağa kalktı ve her birini küçük bir ülke gibi gördüğü tren istasyonuna yürüdü.

Bir denizci ne kadar rom içebilir ve  güverteyi paspaslarken, yıldızların altında gemiden kaçabileceği günün hayaline, alkolü meze edebilirse o kadar sarhoştu Jack.

 Boston'un bir ucundan öbür ucuna giden bir trene binip rayların üstünde tıngır tıngır ilerlerken kendini biraz da olsa rahatlamış hissediyordu. Ama biliyordu ki ne zaman güzel anlar yaşayıp bir an olsun dostlarla güzel bir gece geçirse başına kötü bir şey gelirdi.

 Aktarmalı birkaç trenle eve vardı ve kendini boğan kalın yorganların, deniz gibi dalgalanan çarşafların içine attı, umarsız bir uyku uyudu. 
Artık hiçbir şeyi düşünmesi gerekmiyordu.  Ne gelecek hakkında düşünceleri ne de avareliğin getirdiği yolda olma hali onu tatmin etmiyordu artık. Daha büyük bir şey arıyordu. 
Joe'nun da aynı duygular içerisinde dehşet bir gece  geçirdiğinden habersiz, hortlakların kıyısından bile geçmediği bir tropik adada Robinson'un hayaletine yaraşır bir uyku uyudu.
 Şimdi onu hiçbir duygu ele geçiremiyor, hiçbir kasvetli gökyüzü, altında eğilmesini emretmiyordu.

 Vahşi yerlilerle dolu bir adaya hiç var olmamış bir hazine için yola çıkmış bir gemide kaptandı artık. Uykuda onu rahatsız eden tüm yaratıklardan, derin kuyulara atılmış taşlardan, dünyanın çilesini çekmiş çingenelerden, hayatta kalmaya çalışan bir avcının kurbanı olan Yılkı Atları*ndan, kış uykusundan uyanmış sinirli ayılardan ve tüm bunların sorumlusu olarak gördüğü köleleri öğütüp kendi içine katan, aykırıları ve avareleri "yol" vanasından dışarı atan sosyal düzenden arınmıştı artık. Sarkaçlı saatlerin tıkladığı, tütün kokan ellerinin her an ağrıyan başını yokladığı o derin depresyonlardan kurtulmuştu ve birkaç sayıklama dışında hiç ara vermediği uykusuna devam ediyordu.  O kadar derin uyuyordu ki avarelikte gördüğü millerce uzanan mısır tarlalarında çalışarak ölen annesi bile kıskanırdı uykusunu. Hortlaklara bile yer yoktu artık kafasının içinde.

Ertesi gün akşama doğru Joe'yu ziyaret etmek ve bir şeyler içmek için evine gitti. Kapı aralık, etraf dağınıktı. Joe'nun odasına varmadan koridorda bir kağıt, tütün ve sigara kağıdı buldu. Notu okumaya başladı.

Bu dert beni öldürüyor Jack. Günden güne eriyorum,bitiyorum yok oluyorum. Ölümün soğukluğunu ensemde hissediyorum. Sanki her an fısıldayacakmış gibi ağzını açıyor ve sonra tekrar susuyor.
 Ölüm şimdi başucumda Jack.  Hiç konuşmuyor. Benden başka kimse çığlık atmıyor Jack.
 İçimde binlerce hortlak kol geziyor. Sessiz  hortlaklar ölümle işbirliği içinde adım gibi, yanıbaşımdaki ölüm gibi biliyorum bunu.
 Zincirlerle bağlanmışlar göğsüme. 
Yalnızca soğuk bir nefes bekliyorum. 
Kafamdan, artık tek bir hortlak bile kalmasını istemediğim kafamdan, kan dolaşımı namına hiçbir şey kalmamış, oynatamadığım, hissedemediğim ayak parmaklarıma kadar soğuk bir nefes bekliyorum.

Ölüm geldi Jack. Karşı apartmandan sesler geliyor. Boston'da havai fişekler patlıyor Jack.
Ölüm geldi. 
Hala sırtımda hissettiğim battaniyemin sıcaklığı yok artık. Yollarda bulduğum huzurun, içimde ateşler gibi hissettiğim o devrimin heyecanı, kağıttan tapınaklar ve  mektupların tozu, arkadaşlığın, yollarda gürleyen arabaların, ayaklarıma değen bilge asfaltın ve bu sersefil, bir amaç uğruna yaşanmamış hayatın hiçbir anlamı yok artık. 

Ölüm geldi Jack. Kendi adıma, devrime ve bu kötü dünyanın yozlaşmış insanlığına, yollara, yollarda olan insanlara, aylaklığa övgü düzenlere, battaniyeli hobolara ve kölesi olduğum bu çarklara, sıkı kravatlı çark köpeklerine ve hevesli kölelere bıraktığım; yalnızca üçüncü kalite Meksika tütünü, birkaç sigara kağıdı ve boynuma geçirdiğim yağlı urgan.
 Kendine iyi bak. Elveda."

Her şey bitmişti artık. Jack yerle yeksan olmuş gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Neden ve nasıl gibi gereksiz sorular sormuyordu, keder ve kasvetle yorulmuş düşüncelerle işi yoktu artık.

Karnına gökyüzünden düşmüş bir örs oturmuştu. Son kez Joe'ya baktı. Bahsettiği ölüm, ona sonsuz bir soğukluk vermişti. Tenine dokundu. Elleri öylesine yanıyordu ki Joe'ya sarılsa sanki onu ısıtarak hayata döndüreceğini düşünüyordu. 
Nafile... Joe yoktu artık.

Hızla evden çıktı gözyaşlarını silerek Paul'un evinin önündeki yokuşa vardı. Kapıyı kırarcasına çalıyor, boynu yırtılırcasına bağırıyordu.

Kapı açıldı. Siyah rugan terlikler üzerinde yükselmiş dev gibi bir kadın dikildi karşında.

"Seni aşağılık serseri bu saatte ne bağırıyorsun?"

"Paul! Paul nerde? O burada oturuyor. Paul! Paul,  Joe öldü dostum. Joe öldü. Bedeni sopsoğuktu. Boynunda kalın bir ip vardı. Yerde devrilmiş bir taburenin üstünde sallanıyordu. Joe öldü dostum Joe öldü."

"Ah genç çocuk, arkadaşın adına üzüldüm ancak burada Paul diye biri yok. Burada Paul diye biri hiç olmadı hatta. Ben doğduğumdan beri bu evde oturuyorum ve bu apartmanda elli yaşın altında bir insan bile yok."

Jack hiçbir şey duymuyor hiçbir şey anlamıyordu. Dizlerinin üstüne çöktü, gözleri ağlamaktan, boynu bağırmaktan kıpkırmızı olmuştu. Koşarak apartmandan çıktı. Sokağın köşesinden dönüp büfeden bir galon şarap aldı. İçerek yürüyor, içtikçe kendini kaybediyordu. Yürüdüğü kaldırım bir okyanus gibi, Jack ise ilk seferinde Atlantis'i* bulmaya çalışan bir denizci gibiydi.

Kaybolmuş ruhunu, akşam vakti gelmesiyle birlikte eve giren ayakları çamurlu çocuklar tarafından terk edilmiş parklarda arar gibi yürüdü.

Omuzları öylesine sallanıyordu ki sırtına binmiş yükler kendini hiç bulunamayacak bir hazine arayan korsan gemisinin güvertesinde paspas çeken bir miço gibi hissediyordu.

Başı ileri geri sallanıyor kulaklarına çarpıp geçen akşam rüzgarı, gözyaşlarını dudaklarına varmadan yolundan saptırıyordu. Sonunda yoruldu, sanki yıllardır yürüyordu. Sanki sırtında boyu kadar kaya parçalarıyla çalıştırılmış bir firavun kölesi gibiydi.

Bir banka oturdu ve başını ellerinin arasına aldı. Cebinden çıkardığı iri kıyım tütünü ince bir kağıda pay etti ve yuvarladı. Dili dudaklarını yavaşça yalarken gözyaşlarını yuttu.

Gözleri etrafı kolaçan eder gibi geziniyordu. Dilindeki tuzlu nemi çabucak yaptığı rulo ile birleştirdi. Kibriti çaktı ve sigarayı yaktı.
Tek nefeste yarıladığı sigarası ile şimdi biraz daha gevşemiş hissediyordu. Oturduğu banka yığıldı ve iyice yerleşti. Şimdi sadece doğumdan öncesini ve ölümden sonrasını düşünüyordu.


Yol kenarlarına, köprü trabzanlarına çarpa çarpa evine vardı.
 Boğazında devasa bir yumru vardı.
 Odanın tam ortasında duruyor, hiçbir şey düşünmüyor, işitmiyor, hissetmiyordu.
 Kafasını toparlayıp bir an için tüm bu olanlara bir anlam vermeye çalıştı ve Boston'da balkon kapısından içeri sızan   öğle güneşi yüzüne vurmuşken kafasındaki hortlakların isimlerini hatırlamaya çalıştı.

 Paul! Paul! diye bağırdı. Kafasından karnına kadar doluşmus hortlakların en büyüğü! Tam göğsüne oturmuş, soğuk kanatlarıyla Jack'in kanını yirmi yıldır emen o hortlak! Paul! dedi.

O hortlak Paul'du.

Paul'un artık var olmadığını fark ettiğinde tamamen delirmiş olduğunu düşündü. 

Yirmi yıldır kafasını kemiren Paul, aslında Paul değildi. Jack'in ta kendisiydi. 

Paul'un fikirleri, düşündükleri, sevdikleri ve seviştikleri... Hepsi aslında Jack'e aitti.

Tüm bunlardan artık o kadar yorulmuştu ki yatağın tam ortasına yığıldı.

Ertesi sabah   Jack birden derin kuyulardan kalkıp gelen yaratıklar gibi gözlerini açtı. Boğulmaktan son anda kurtulmuş bir denizci gibi yatağın kenarına tutundu ve kendini yukarı çekti. Derin bir nefes aldı. Akşamdan kalmışlığın verdiği  baş  ağrısı ile gözlerini  kapatıp ağzını büküyordu.


 Telefonu çaldı. arayan Joe idi.




-bize gelsene bir şeyler içelim. Ha gelirken votka almayı unutma.


-------------------------------------------------S O N ------------------------------------------------
Fotoğraf ve verdiği ilham için Yerantik Külhanyan'a teşekkürler.












Yorumlar