Yol Buhranı (Bölüm 8) "Jack'in Duası"


Jack tüm gece ve ertesi günün yarısı New York sokaklarında dolaştı. Saçları birbirine karışmış ve pislik içinde bir hobo olarak takım elbiseli adamların, işine koşturan memurların ve para babası patronların hızla geçip gittiği kaldırımlardan yürüyordu.

Saatin kaç olduğunu sormak için sinek kaydı tıraşı olan parlak takım elbiseli bir adama yanaştı. Adam ona tiksinir bir biçimde saati söyledi. Ardından Jack sakin bir kafeye gidip sert bir kahve istedi.
Kafede otururken masaları gözlemliyordu. Gözüne genç bir adam çarptı. Bu genç adam birkaç arkadaşını çevresine toplamış sohbet ediyordu. Kimi zaman masadan kahkahalar yükseliyor kimi zaman insanlar genç adamı tebrik edercesine ona dokunuyorlardı.

 Bu genç adam Jack'e o kadar çok benziyordu ki Jack kafasını sürekli eğerek üstündeki paçavralara bakıp kıyas etmek zorunda kalıyordu. Bir an düşündü ve bu adamın kendisinin yollarda olmayan, avarelik yapmayan ve çarkların arasında sıkışan ama aslında çarkların içinde özgürce yüzdüğünü zanneden zavallı hali olduğunu hissetti.

 Kendinden o kadar tiksinmiş bir haldeydi ki.
Çocukluğunu, gençliğini, ebeveynlerini, ona harcanan emekleri, onun harcadığı emekleri, sarf etmediği çabaları, kazanamadığı başarıları, altın suyuna batırılmış madalyalarını, her gece başını yoklayan tütünlü ellerini, annesinin kırışık göz kenarlarını, babasının saçındaki beyazları, arkadaşlarını, arkadaşlıklarını, yaşanmışlıklarını, bağımlılıklarını, düştüğü utanç anlarını, gururlu zamanlarını ve onursuz ilişkilerini düşündü. Çıldıracak gibiydi artık ve bağırmak istiyordu New York tepelerinden aşağı kan kusar gibi. Hızla ayağa kalktı ve kafeden dışarı çıktı.

"Öğle güneşinin vurup kavurduğu boktan New York kaldırımları, beni al ve dağın birine bırak. Bodur çalılıklar içinde gözlerim kanar ve dizlerim üveyik kuşları tarafından parçalanırken ölmek istiyorum. Binlerce haşereye, kuşa ve kurda yem olmak, onların karınlarını doyururken kendi ruhumu kendi içimde tekrar doğurmak istiyorum. Boktan New York kaldırımları, duy sesimi ve şimdi al götür beni hiçliğin tam içine. Al götür beni ve insanlığın hastalıklarını yok edecek bir doktorun önüne poşet gibi bırak cesedimi. Boktan New York kaldırımları, beni al ve öldür şimdi. Çünkü ancak o zaman işe yarar bir insan olacağım ben. Boktan New York kaldırımları, binlece görünmez fırsatı her gün önüne döktüğün fakirler gibi kör et beni. Himalayalar'da vegan bir keşişe yem et beni. Boktan New York kaldırımları,  boğazıma kadar bokun içindeyim. Paramparçayım ve bir çare yalvarıyorum şimdi sana. Beni boktanlığınla kutsa ve hemen şimdi bana tanrıyı bağla. Tanrım, ölmek, bin parçaya bölünüp bin ormanda yeniden dirilmek ve kağıttan tapınaklarda ibadet eden mahlukatlarca bilinmek ve sırt çantalarına arma gibi dikilmek istiyorum."
.
.
.
.

 Jack o gün öğleden sonra banliyödeki işçi kampına geri döndü ve yarım gün daha çalışıp son parasını aldıktan sonra Meksikaya doğru yola çıkmaya karar verdi. Kafasında binlerce tilki dört dolanıyordu. Joe ve Paul onu merak bile etmemişlerdi ancak Meksika yolculuğunda tek başına olmayacağını anlayınca çok sevindi. Tekrar üç hobo çantalarını sırtlandılar ve otostop çekerek güneye inmek için yola koyuldular.


77 bir model bir cadillac* önlerinde durdu. Mezat işleriyle ilgilenen çiçekçi bir adamın arabasındalardı. Bileğine geçirdiği metalik gri bileklikle oynarken bir yandan karın ağrısı çeker gibi direksiyonun üzerine eğilip telefonla konuşuyordu. Sanayi bölgesine kadar arabanın acı çeker gibi gürleyen motoru üstünde birbirlerini duymaya çalışarak ilerledikten sonra indiler.
Rota güneye doğru kıvrıldığından bu yana hava epey ısınmıştı.

Uzunca bir süre kimse durmadı. İçerisinden belki de ölü bedenlerin çıkarıldığı bir kaç pert olmuş arabayı götüren çekiciler, zemini her daim hüzün ve sigara izmariti kaplı terminallerden kalkan şehirler arası otobüsler, klimasını köklediği koltuklarda tek başına yolculuk yapan otostop karşıtı lüx araç sahipleri geçiyordu, tır şoförleri bu üç hoboyu alamayacağını belirtmek zorunda hisseder gibi el sallıyor, orta yaşlı bekar kadın şoförler arabanın içinden kahkahalar atıyordu. Rezil bir haldelerdi.

En sonunda yine büyük bir pikap tam önlerinde durdu ve Meksika sınırına kadar gideceğini söyledi. Hepsi teker teker arabaya atladı.
Arabanın tekeri yolu bir bilek güreşçisi gibi kavramış, gürleyen motorun üstünde ok gibi bir hızla ilerliyordu.  Eyalet sınırındaki gecekondu mahallelerinden geçiyor , sıcak ve parlak gökyüzünün hemen altından ana karanın üstüne çökmüş üç gezgin gibi ilerliyorlardı.

Uzun bir yoldan sonra unutulmuş endişeler ve geçmişte bırakılmış hatalarla beraber Hermosillo'da indiler.
Karanlık bir yolda fırlatıldılar yine ıslak ve lanetlenmiş asfalta. Asfaltı yalnızca arabanın tekeri altında ezilirken severdi Jack.. Loş ışıklı ve bomboş asfaltta birbirlerine bağırıyorlardı.
"GELDİK AMA KALACAK YERİMİZ YOK"
Açıkçası umurlarında da değildi. Sonlarının ne olacağına dair bir belirsizlik içerisinde olmaktan daha mutlu olurlardı hep.
Paul  artık bağırıyor, çığlıklar atıyor .

 "Yol buhranı geride kaldı şimdi Meksikadayız ve özgürüz" diye haykırıyordu.

Otostop bitti . Peki ya şimdi ne olacaktı? Herkes için tüm heyecan balonu bir anda sönmüştü. Her şey hızlı tüketim faktörünün suçuydu. Önlerine gelen her şeyi kısa sürede harcayan , bitirdikten sonra bir kenara atan ve geçmiş heveslerin sonsuz çöplüğünde kurban eden yeni nesil gençlerdi bu üç hobo. Yeni nesil ! Aptal yeni nesil diye haykıracaklardı bir gece sonra. Haberleri yoktu hiçbir şeyden ve ilerliyorlardı gecenin dibine doğru Hermosillo'da.

  Sessiz şehrin sonsuz huzuru içinde parlayan ve arabaların altında direnç göstermekten yorulmuş bilge asfalt  dahi Joe'nun endişesini gidermesine mani olamıyordu ama... 

Yaşanılan andan bir sonraki zamanı düşünmekten kedere karşı kabuk bağlamış zihni isyan ediyordu artık. Bir huzursuzluk çıkacağını hissediyordu.


Yorumlar