Jack tüm gece ve ertesi günün yarısı New York sokaklarında
dolaştı. Saçları birbirine karışmış ve pislik içinde bir hobo olarak takım
elbiseli adamların, işine koşturan memurların ve para babası patronların hızla
geçip gittiği kaldırımlardan yürüyordu.
Saatin kaç olduğunu sormak için sinek kaydı tıraşı olan
parlak takım elbiseli bir adama yanaştı. Adam ona tiksinir bir biçimde saati
söyledi. Ardından Jack sakin bir kafeye gidip sert bir kahve istedi.
Kafede
otururken masaları gözlemliyordu. Gözüne genç bir adam çarptı. Bu genç adam
birkaç arkadaşını çevresine toplamış sohbet ediyordu. Kimi zaman masadan
kahkahalar yükseliyor kimi zaman insanlar genç adamı tebrik edercesine ona
dokunuyorlardı.
Bu genç adam Jack'e o kadar çok benziyordu ki Jack kafasını sürekli
eğerek üstündeki paçavralara bakıp kıyas etmek zorunda kalıyordu. Bir an
düşündü ve bu adamın kendisinin yollarda olmayan, avarelik yapmayan ve çarkların
arasında sıkışan ama aslında çarkların içinde özgürce yüzdüğünü zanneden zavallı hali olduğunu hissetti.
Kendinden o kadar
tiksinmiş bir haldeydi ki.
Çocukluğunu, gençliğini, ebeveynlerini, ona harcanan
emekleri, onun harcadığı emekleri, sarf etmediği çabaları, kazanamadığı
başarıları, altın suyuna batırılmış madalyalarını, her gece başını yoklayan
tütünlü ellerini, annesinin kırışık göz kenarlarını, babasının saçındaki
beyazları, arkadaşlarını, arkadaşlıklarını, yaşanmışlıklarını,
bağımlılıklarını, düştüğü utanç anlarını, gururlu zamanlarını ve onursuz
ilişkilerini düşündü. Çıldıracak gibiydi artık ve bağırmak istiyordu New York
tepelerinden aşağı kan kusar gibi. Hızla ayağa kalktı ve kafeden dışarı çıktı.
"Öğle güneşinin vurup kavurduğu boktan New York
kaldırımları, beni al ve dağın birine bırak. Bodur çalılıklar içinde gözlerim
kanar ve dizlerim üveyik kuşları tarafından parçalanırken ölmek istiyorum.
Binlerce haşereye, kuşa ve kurda yem olmak, onların karınlarını doyururken
kendi ruhumu kendi içimde tekrar doğurmak istiyorum. Boktan New York
kaldırımları, duy sesimi ve şimdi al götür beni hiçliğin tam içine. Al götür
beni ve insanlığın hastalıklarını yok edecek bir doktorun önüne poşet gibi
bırak cesedimi. Boktan New York kaldırımları, beni al ve öldür şimdi. Çünkü
ancak o zaman işe yarar bir insan olacağım ben. Boktan New York kaldırımları,
binlece görünmez fırsatı her gün önüne döktüğün fakirler gibi kör et beni.
Himalayalar'da vegan bir keşişe yem et beni. Boktan New York kaldırımları, boğazıma kadar bokun içindeyim. Paramparçayım
ve bir çare yalvarıyorum şimdi sana. Beni boktanlığınla kutsa ve hemen şimdi
bana tanrıyı bağla. Tanrım, ölmek, bin parçaya bölünüp bin ormanda yeniden
dirilmek ve kağıttan tapınaklarda ibadet eden mahlukatlarca bilinmek ve sırt
çantalarına arma gibi dikilmek istiyorum."
.
.
.
.
77 bir model bir cadillac* önlerinde durdu. Mezat işleriyle
ilgilenen çiçekçi bir adamın arabasındalardı. Bileğine geçirdiği metalik gri
bileklikle oynarken bir yandan karın ağrısı çeker gibi direksiyonun üzerine
eğilip telefonla konuşuyordu. Sanayi bölgesine kadar arabanın acı çeker gibi
gürleyen motoru üstünde birbirlerini duymaya çalışarak ilerledikten sonra
indiler.
Rota güneye doğru kıvrıldığından bu yana hava epey
ısınmıştı.
Uzunca bir süre kimse durmadı. İçerisinden belki de ölü
bedenlerin çıkarıldığı bir kaç pert olmuş arabayı götüren çekiciler, zemini her daim hüzün ve sigara izmariti kaplı terminallerden kalkan şehirler arası otobüsler, klimasını köklediği koltuklarda tek başına
yolculuk yapan otostop karşıtı lüx araç sahipleri geçiyordu, tır şoförleri bu
üç hoboyu alamayacağını belirtmek zorunda hisseder gibi el sallıyor, orta
yaşlı bekar kadın şoförler arabanın içinden kahkahalar atıyordu. Rezil bir
haldelerdi.
En sonunda yine büyük bir pikap tam önlerinde durdu ve Meksika sınırına kadar gideceğini söyledi. Hepsi teker teker arabaya atladı.
Arabanın tekeri yolu bir bilek güreşçisi gibi kavramış,
gürleyen motorun üstünde ok gibi bir hızla ilerliyordu. Eyalet sınırındaki gecekondu mahallelerinden
geçiyor , sıcak ve parlak gökyüzünün hemen altından ana karanın üstüne çökmüş
üç gezgin gibi ilerliyorlardı.
Uzun bir yoldan sonra unutulmuş endişeler ve geçmişte
bırakılmış hatalarla beraber Hermosillo'da indiler.
Karanlık bir yolda fırlatıldılar yine ıslak ve lanetlenmiş
asfalta. Asfaltı yalnızca arabanın tekeri altında ezilirken severdi Jack.. Loş
ışıklı ve bomboş asfaltta birbirlerine bağırıyorlardı.
"GELDİK AMA KALACAK YERİMİZ YOK"
Açıkçası umurlarında
da değildi. Sonlarının ne olacağına dair bir belirsizlik içerisinde olmaktan
daha mutlu olurlardı hep.
Paul artık bağırıyor, çığlıklar atıyor .
"Yol buhranı
geride kaldı şimdi Meksikadayız ve özgürüz" diye haykırıyordu.
Otostop bitti . Peki ya şimdi ne olacaktı? Herkes için tüm
heyecan balonu bir anda sönmüştü. Her şey hızlı tüketim faktörünün suçuydu.
Önlerine gelen her şeyi kısa sürede harcayan , bitirdikten sonra bir kenara
atan ve geçmiş heveslerin sonsuz çöplüğünde kurban eden yeni nesil gençlerdi bu
üç hobo. Yeni nesil ! Aptal yeni nesil diye haykıracaklardı bir gece sonra.
Haberleri yoktu hiçbir şeyden ve ilerliyorlardı gecenin dibine doğru
Hermosillo'da.
Sessiz şehrin sonsuz
huzuru içinde parlayan ve arabaların altında direnç göstermekten yorulmuş bilge
asfalt dahi Joe'nun endişesini gidermesine mani olamıyordu ama...
Yaşanılan andan bir sonraki zamanı düşünmekten kedere
karşı kabuk bağlamış zihni isyan ediyordu artık. Bir huzursuzluk çıkacağını hissediyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder